Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi

“O Aşık Olmaktan Ziyade Şair Olmayı Seçti.”


Cannes Film Festivali’nden “en iyi senaryo” ödülüyle dönen Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (Portrait De La Jeune Fille En Feu), bu hafta seyircisiyle buluştu. Filmi daha önce Filmekimi kapsamında izlemiştik. Yazmak için önce sindirilmesi gereken filmlerden biri olduğu şüphesiz ortada. Her düşündüğünüzde sizi daha derin duygularla baş başa bırakan mutsuz ancak bir o kadar da nahif bir aşk hikayesi. . Adele Haenel ve Noemie Merlant’ın başrollerini paylaştığı filmde toplamda 4 ana karakter var. Minimal düzeyde olan cast seçiminin yanı sıra çok güçlü bir yapıya sahip olan bu film, çoğu eleştirmene göre de son 20 yılın en başarılı filmlerinin arasındaki yerini aldı.
Özet ve Detaylar
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, 18. yüzyıl sonlarında Britanya’da genç bir kadının portresini yapmakla görevlendirilen bir sanatçının hikayesini konu ediyor. Marianne, izole bir adada yaşayan genç bir ressamdır. Genç kadın bir gün, manastırdan yeni ayrılan Heloise’in düğün portresini yapmakla görevlendirilir. Ancak portresinin yapıldığından Heloise’in haberinin olmaması gerekmektedir. Marianne, kendisine verilen görevi harfiyen yerine getirmek zorundadır ve bu yüzden de gündüzleri Heloise’i izleyip, geceleri portresini yapmaya karar verir. Bu durum gönülsüzce evlenmek üzere olan Heloise’in, yaklaşmakta olan düğün öncesi son özgür anlarını Marianne ile geçirmesine neden olur. İki kadın birlikte vakit geçirdikçe, aralarında beklenmedik bir yakınlaşma oluşur. Marianne’nin resmi çizebilmek için kullandığı dostça tavırlar zamanla Heloise’nin açılmasına ve duygularını daha çok dışa vurmasına sebep olur. Heloise adımları sayesinde Marianne ile arasında kıvılcımlar oluşmaya başlar…

Sanatta ve Sinemada Kadın Temsili
Céline Sciamma, bir röportajında bu filmi yapmak için onu tetikleyen fikrin, yüzyıllardır sanatın her alanında var olan ancak adını bile bilmediğimiz kadınlar olduğunu söylemiştir. Sciamma’nın yapmaya çalıştığı ve yaptığı şey hepimize örnek olmalıdır. Her sahnesi estetik, her sahnesi bizim tutkularımızın, aşkımızın bir parçası. Bu film bir noktada kadının sanata, sinemaya ve aşka ne denli yakıştığının öyküsüdür. Devletlere, tanrılara, yasaklanmış olan duygulara bir çağrıdır desek yanılmış olmayız. Film de zaten bu tarz bir örüntünün üzerine kurulmuştur. 4 kadın karakterimizin dışında neredeyse hiç erkek oyuncu görmeyiz. (Figüranlar dışında) Örneğin hizmetçi Sophia’yı hamile bırakan adamı hiç görmeyiz. Marianne’nin ressam olan babası hikayede sadece ismen yer bulmuştur. Ve son olarak Heloise’nin evleneceği eşi, tuhaftır ki o kendine ismen bile yer bulamamıştır bu filmde. Kadının devleştiği sinema perdesinde bu kez erkek karakterler bizim için yan rol olmuştur. Koşulları hazırlayan ama sürece dahil olmayan birkaç adamdan başkası değildir onlar bizim için. Ki zaten film boyunca onların nerede olduğunu sormak aklımıza bile gelmiyor.

Gerek sekanslar gerekse hikaye sizi öyle bir çembere alıyor ki, sizin kalbiniz de tıpkı Heleoise’nin daha önce yapılmaya denenmiş ama yarım bırakılmış tablosundaki gibi yanmaya başlıyor. Filmin ortalarında kalbinizin üzerine çöken ve nefes almanızı zorlaştıran o duygunun ne olduğunu sormaya başlıyorsunuz. Sanıyorum ki Celine tam da burada kendi hissettiklerini bize aktarmış oluyor. Filmi bu denli görkemli yapan şey ise tüm bunları sanatsal kaygılar taşımadan bu kadar güzel ve basit anlatıyor olması. Sanatın, kadın estetiğinin, müziğin sonsuzluğunda kendinize bir yer seçip izleyebiliyor olmanız… Sadece iki sahnede var olan ancak kafanızın içinde hiç susmayacak sesler bırakan, sizi büyülü bir atmosferin içine çeken bu müzikler ise duyguların sessizliğin içinde de aktarılabileceğini gözler önüne seriyor. Üstelik arkasında müzik olan bu iki sahne bizce filmin iki önemli kopuş sahnesidir.

Orpheus Miti ve Son Bakış Üzerine
Aşka dair, sevgiye dair ne kadar çok eser yazılmıştır. Nedendir bilmem benim en aklımda kalanı William Shakespeare ’ye ait olan şu dizelerdir;
“Ah, uzaktan nazik görünen aşk,
Nasıl da acımasız ve kaba denendiğinde.”

Orpheus And Eurydice (Louis Ducis, 1826, oil on canvas)

Bazen bir romanda bazen bir tiyatro sahnesinde bazense böyle bir filmde ansızın yakalayıverir bu duygu bizi. O an anlarız ki bizim de içimizde söylenmeyen sözler yarım kalan hisler var. Celine Sciamma bu yarım kalmışlık hissini Orpheus miti üzerinden anlatır bize. Üstelik bunu tanrısal bir bakış açısıyla anlatmaz. Aşık olanların ve söyleyemeyenlerin gözünden aktarır.
Orpheus’un dillere destan hikayesini bilirsiniz, muhakkak bir yerde karşınıza çıkmıştır.
“Orpheus, bir gün Eurydice adında güzel bir kadınla tanışır ve birbirlerine aşık olurlar. Düğünleri masallara konu olacak kadar güzel ve mutlu geçmektedir. Orpheus bir yanda, mutluluğunu tarif edecek kelimeleri lirinden notalara dökmekte, Eurydice ise çıplak ayakla dans etmektedir. Çıplak ayakla dans eden gelin bir yılanın üzerine basar ve yılan tarafından ısırılır. Eurydice, yere düşer ve davetliler ne olduğunu anlayana kadar ruhu ölü bedenini terk edip uzaklara doğru uçmuştur bile.
Orpheus, başa çıkılamaz bir kızgınlık içinde yas tutmaktadır. Lirini alır ve ölüler diyarına doğru emin adımlarla ilerler. Sonunda güzeller güzeli karısının tutsak tutulduğu diyarın kapısına vardığında lirini çalmaya başlar. Tüm tutkusu ve yeteneği ile lir çalarak ve şarkı söyleyerek Hades’in krallığında yürür. Ölümün tanrısı Hades bile Orpheus’un müziğinden etkilenmiş ve müzisyenin çaresiz dileğini bir şartla kabul etmiştir. Karanlıkların tanrısı Eurydice’in Orpheus’un arkasından sessizce gitmesine izin verecektir. Ancak Orpheus asla arkasını dönüp bakmamalıdır. Şüphe içinde kıvranan Orpheus sevgilisinin elinden tutar ve dönüş yolculuğuna başlar. Müziği olmadan ölüler diyarı yeniden kasvetli ve korkutucu havasına bürünmüştür. Orpheus Ölüm Tanrısı’nın onu kandırdığından ve arkadasında kimsenin olmadığından ölesiye korkmaktadır. Sonunda ömür gibi gelen korku ve şüphe dolu yolculuklarının gün ışığıyla aydınlandığı bir anda Orpheus kontrol etmek için arkasına bakar. Bir saniyeliğine onun meleksi güzelliğini görür ve artık Eurydice yok olmuştur. Ruhu tekrar ölüler diyarının derinlerine çekilmiştir. Son söylediği şey ise “Seni seviyorum” olmuştur.”

“Yalnızlığın içinde biraz özgürlük buldum. Ama seni de özledim.”


Filmde Heleoise, Marianne ve Sophia bir masa başında toplanmış otururken biz bu miti Heleoise’nin sesinden dinleriz. O okurken diğerleri de onu izlemektedir. Birbirlerine Orpheus’un neden arkasına dönüp baktığını sorarlar. Vaz mı geçmişti Orpheus güzeller güzeli sevdiğinden? yoksa korkmuş muydu? Belki de şüphe etmişti Hades’in sözünü tutmayacağından… Ya da son kez bakmak istemişti. Tüm bunlar konuşulurken biz perdede Marianne’nin seçimini görürüz. O, Orpheus’un bunu yapmakta haklı olduğunu söyler. Ve ekler: “Belki de Orpheus aşık olmayı değil şair olmayı seçti.” diye.
İşte filmin etrafında dönüp durduğu o muazzam hikaye böyledir. Her aşığın seçimi başkadır. Her aşkın yolu başkadır. Sevgi aynı bile olsa günün birinde gidilen yollar başkadır. O son gün geldiğinde yani Marianne tabloyu bitirdiğinde artık onlar için ayrılık vakti de gelmiştir. Hayellerinde hep gelinlikle gördüğü Heleoise şimdi tam karşısındadır Marianne’nin… Heleoise ona “Dön, dön ve bak” der. Marianne ise sadece bir anlığına ve son kez çok sevdiği Heleoise’ye bakar…
Hikaye burada bitmez ama. Çifte bir finali vardır filmin. Bu noktaya kadar Marianne’yi filmin anlatıcısı ve yönlendiricisi olarak görsek de son sahnede öyle olmadığını anlarız. Marianne yıllar sonra ona tekrar rastladığını söyler. Ancak Heleoise onu görmemiştir. Belki de görmemesi gerektiği içindir onu görmeyişi.
Hem Orpheus’un hem Heleoise’nin müziğe olan tutkusu ise tesadüf olamayacak kadar güzeldir. Ve Celine Sciamma bunu da filmde çok iyi işlemiştir. Şimdi son sahnedeyiz. İşte Heleoise burada. Tam karşımızda. Önce heyecan sonra imkansızlık duygusu Vivaldi’nin Dört Mevsim Konçertosu (Yaz) ile birlikte nabzımızda atmaya başlıyor. Heleoise’nin yüzünde izliyoruz aşkı, tutkuyu, kavuşmayı. Belki ilk öpücüğün tadını anımsıyoruz hepimiz. Birine ilk kez gülümsediğiniz an kalbinizin nasıl çarptığını, ilk kez seviştiğinizde ne hissettiğinizi, ilk ayrılığınızı… Hepsini ama hepsini tam kalbinizde hissediyorsunuz. Ve şimdi yine Heleoise’nin yüzündeyiz. O son kez dönüp bakmadı sevdiğine. İyi ki de bakmadı. Ve onlar aşık olmayı değil belki yıllarca adından söz ettirecek iki ayrı kadın, iki ayrı şiir olmayı seçtiler. Hepimizin kalbinde bir alev var. Hafızlarımızdan silinmesi zor olacak bir final ve yarım kalmış bir aşk hikayesi… Deneyimlemeniz gereken büyüleyici bir film.

Edit1: Filmle ilgili o kadar çok anlatacak şey var ki. Spoiler yemeyin diye susuyoruz. Mutlaka izleyiniz…

Edit2: Filmden çıktığınızda hemen hemen aynı duyguları paylaşacağız biliyoruz. Gökyüzüne bakarken, elleriniz cebinizde bütün o kalabalıklara direnirken, bir sigara yakarken, belki yanınızdakinin elini tutup ona sarılırken… Geçenlerde bir abimiz bu filmi izledikten sonra bir şarkı paylaşmıştı. Günlerdir aklımdan çıkmıyor. Sizin de aklınıza düşsün.” Sezen Aksu – Git” Bir şarkının bir filme bu kadar yakışacağını tahmin edemezdim.

Aşka dair ne çok söylenemeyen söz var. Bakılamayan yüzler, vedalaşamayan sevgililer. Bir noktada umut da var ama. Umudunuz hep yanınızda olsun. Aşk hep bir yolunu bulur.

Next Post

zaman

Sal Ara 24 , 2019
bazen bazı notalara basamamak gibi piyano sandalyesinin heyecanında yaşamakbazı günler bazen bakakalmak, beklemek köşe gönderisi yapıtlarda bağlanılmak bağırmakla eş mi peki öfkemi saçmak. şehirlerinde hep herkesten sakladığım satırlarsahiden hatırlardıksahnelerde sahilleri umulmadık anlarımda gelir birden gidenlerimbu uyuma uyak kafiyem kifayetsiz bir kinaye kıyısıkutusunda kıytırık mı kanayan yarası? bir bakıma baksan muhtaçyarım […]