
5 Kasım 2016 günüydü; kitap fuarının başlamasına bir hafta kalmıştı. Dergicilik’imizi fuara yetiştirmek için uğraşıyorduk. Bütün hazırlığımız bitmiş, sırt çantamda harici diskim, matbaanın yolunu tutmuştum. 2. Matbaacılar Sitesi’ne giden Topkapı kaldırımlarında düşünmeye başlamıştım.
Hayaller ve umutlar… İnsanı hayatında bunlar mı ayakta tutuyordu? Mesela anneme sorsanız, bizden başka -ben ve kardeşim- onu bu hayata bağlayan bir şey yoktu. Bazen “Torun görmeden ölmek istemiyorum” sözleriyle kahvaltılarımızı gergin bir havaya sokuyordu. Demek ki onu bu hayata bağlayan tek şey biz değil, bizim sebep olabileceğimiz başka şeylerdi de. Bu ışığı aldığım günden beri, bir dergi yapıp annemin kucağına vermek istiyordum.
Yolu yarılamış, kağıt kokuları almaya başlamıştım. Gittiğim yolun doğruluğundan emin olmak istiyordum. İnsanların yüzlerine bakmaya başladım. “Buraları kim bilir?” diye anlamaya çalışırken, köşedeki nohut-pilavcının yanında bir motor kurye gördüm. Verdiği nokta yol tarifi sonrası yoluma devam ettim.
İki gün önce çok sevdiğim bir kardeşim aramıştı. Ben Indesign programının içinde kaybolurken, telefonun ekranında gördüğüm an anlamıştım. Asker yolcusuydu ve helallik için aramıştı. Birbirimize de benziyorduk. Asker eğlencesi yapmadan sessiz sedasız gitmek istemişti; Telefonu kapattıktan sonra fark etmiştim.
Daha altı ay önce okuldan mezun olmuştum. Normal şartlarda bu celp döneminde ben de askere gidiyordum. Gitsem, annem çok ağlayacaktı; kardeşimden tecrübeliydim. Neyse ki buralarda kalmışım.

Bedelli askerliğin çıktığı sabah inanılmaz bir telefon trafiği yaşanmış, herkesin eli ayağı birbirine girmişti. Bedelli, 1988 yılından gün alanlara vurmamıştı. Yıllardır “ben de 87’liyim be kardeşim, aramızda yaş farkı yok” diyen, askerliğini daha yapmamış bir arkadaşım tivitırda ağzına ne küfür geliyorsa saydırıyordu. Ortak arkadaşlarım çok, ben temkinli gülüyordum. Bir nedeni yok, sadece yapı gereği. Ve ben de derhal bedelli askerliğin bedelinin maliyeti için hesap yapmaya koyuluyordum. Sabahları okula gidip, geceleri de bir otelin resepsiyonunda çalışıyordum. Ayakta kalmaya çalışıyor, vücudumla para kazanıyordum. Kredi çekip bedelli askerlik olayını halletmiştim. Bir an önce okulu bitirip, hayallerimdeki işin masasında olmak istiyordum. Hiçbir zaman istediğim işleri yapamamıştım. Bir vasfım yoktu, bir diplomam ya da bir bileziğim. Bir tarafta hayalimde olan işler vardı, diğer tarafta da hayatın bana yapmamı uygun gördüğü işler. Gece nöbetlerinde yazılar yazmıştım, hatta çalıştığım otelde kısa bir film bile çekmiştim.
Sekiz saatlik mesainin çok temiz altı saati uyumama rağmen hayalimdeki işi istiyordum. Akşamüstleri NTV’de Gece Gündüz’e yeni projeleri ile katılan insanları görünce gözlerimin içi gülüyor, umutlarım devam ediyordu.
Matbaanın olduğu hanın kapısına geldim. Zor zamanları atlayıp, sonrasında olabilecek güzel şeyleri düşünürken yol erken biter. Hayale devam etmek için yolu uzattığımız zamanlar da olmuştur. Ama ben matbaacıya geç kalmak istemiyorum. Kapıdan içeri girmeden söyleyeyim, hayalimdeki işi hala bulamadım. Bu hikayenin sonu mutlu son mu mutsuz son mu olur onu da henüz bilmiyorum. Ama bedelli askerlik olmasaydı, bugün bu derginin satırlarında olmayacaktık. Ama sadece bugün olmayacaktık. Bizi bu hayata bağlayan hayal ve umutlarımıza bakarsak, elbet bir gün olacaktık.

15 Şubat Bedelli gecesinde neler yaşandı…
18 bin lirayı veznenin üzerine koyduğumda, gişedeki genç kadın sinirli bir tavırla parayı aldı. Nişanlısının ya da sevdiğinin asker olabileceğini düşündüm. Bana bu denli uyuz olmasının başka bir açıklaması olamazdı. Dekontumu aldım ve bankadan çıktım. Kapıda düşünmeye başladım. Ne de olsa zor olan kısmını yapmıştım, evrakları askerlik şubesine ertesi gün de teslim edebilirdim. Bir süre kararsız kaldıktan sonra içimden “bugün hallet de oğlum bitir şu işi” dedim. Edirnekapı’ya doğru yürümeye başladım. Bir minibüsle Halıcıoğlu askerlik şubesindeydim ve saat 11:15 civarıydı. Sıra numarası aldım, beklemeye başladım. Malum, kalabalıktı. Parasını yatıran asker arkadaşlarım son işlemler için şubeye akın etmişlerdi. Sıra beklerken muhabbetler oldu. “Nerelisin?” diye çok soruldu. Bankodan sesler geldikçe ‘askerler’ dekontlarıyla içeriye giriyorlardı. Şimdi düşünüyorum da, sıra beklerken muhabbet ettiğim arkadaşlarım olacaksa, yine gider aynı yerde bedelli askerliği yapardım.
Zaman çok çabuk geçiyordu ama sıra hızlı ilerlemiyordu. Saat 11:35 olmuştu. Şube 12’de öğle tatiline çıkıyordu. Ben de tatilde bir saat daha beklememek için bir an önce bu işi bitirip çıkmak istiyordum. Çocuklarla muhabbeti kestim, volta atmaya başladım. Açık konuşmak gerekirse, aynı çocuklarla aynı bedelliyi bir daha yapmazdım. Saat 11:44 olmuştu. Bedelsiz erler sürekli odalara evraklar taşıyorlardı ve gereksiz bir yoğunluk vardı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman ordusu karargahlarında böyle hareketlilik yaşanmıyordu. Saat 11:53 olmuştu, veznede çalışmayan memurlar yavaş yavaş öğle tatili için ayaklanıyorlardı. Bazıları veznede çalışanları ayartmaya, “bugün de iki dakika erken çıksanız n’olur?” demeye getiriyorlardı. Midem yanmaya başlamıştı. Sabah tok tutsun diye Metro yemiştim. Şeker gelip şimdi vurmuştu. Reviri aradı gözlerim. 3 dakikalık ev istirahati alacaktım. Saat 11:56 oldu. Önümde daha 3 kişi var. 11:57… Hala üç kişi… Saat 11:58… Banko öttü; iki kişi kaldı. 11:59… Bu askerlik bitmeyecek amına koyayım.