
İsveçli yönetmen Ingmar Bergman imzalı, 1957 yapımı bir film olan Yaban Çilekleri, Isah Borg adında kibirli bir profesörün kendisiyle olan iç hesaplaşmasını konu alıyor.
Tolstoy’un, “Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar; ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir araba gelir.” tespitini bir kez daha haklı çıkaran film, henüz ilk sahnede oldukça dediğim dedik olduğunu anladığımız profesörün, bir onur ödülü almak için yola çıkmasıyla başlıyor. Çalışanıyla yaşadığı tartışmadan sosyal ilişkilerinde başarılı olmadığını anladığımız ve bu durumun oldukça farkında olan profesör, bu durumu şöyle savunuyor; “İnsanlarla olan ilişkimiz, temelde en yakınlarımızın karakter ve davranışlarını tartışıp, değerlendirmemizden ibarettir. Bu durum benim sosyal hayat denen şeyle arama gönüllü bir mesafe koymama yol açtı.”
Daha sonra profesörün ne oğluyla, ne geliniyle arasının iyi olmadığını öğreniyoruz. Üstelik gelini Marianne, bunu Profesör Isah’ın yüzüne ayna tutarak açık açık yüzüne söylemekten de çekinmiyor… Hamile olduğunu öğrendiğimiz kadın, eşinin çocuğu istememesinden yakınıyor. Daha sonra profesörün annesinin de, profesörün de çocuklarının doğmasını istemediğini öğreniyoruz. Ailede nesillerdir birbirine aktarılan bu mutsuzluğu bitirmeye kararlı olan fakat bu laneti yenecek yöntemi henüz geliştirememiş olan Marianne; “Nesiller boyunca soğukluk, ölüm ve yalnızlık dışında bir şey yok. Bu bir yerde sona ermeli.” diyerek eşi Evald’ı her şeyin güzel olacağına ikna etmeye çalışıyor, fakat Evald kendi içsel kararını çoktan vermiş; “Planladığımdan bir gün bile daha fazla yaşamamı gerektirecek hiçbir sorumluluk istemiyorum.”

Film boyunca belli başlı yol hikayeleri gelişirken, biz de ihtiyar profesörün kafasının içinde rüyalarla dolu, bir Kafka romanını anımsatan yolculuğa çıkıyoruz. Film hakkında daha fazla spoiler vermek istemediğimden filmin işleyişiyle ilgili başka bir şey söylemeyeceğim. Bu arada filmde 1957 yılına ait şehir manzaraları çok dikkat çekici. Sosyal yapı ve dönemin nüfusunun etkisiyle kentin telaşsız ve boş hali oldukça etkileyici görünüyor. Filmi çok tutmasam da benzer bir etkiyi Esaretin Bedeli filminde de hissetmiştim. Yıllarca hapishanede kalan Brooks, cezasının bitmesiyle tahliye durumuyla karşı karşıyaydı fakat kendisi dışarı çıkmayı istemiyordu. Buna rağmen tahliye edildiğinde ve onlarca yıl sonra dışarı çıktığında, intihar etmeden hemen önce yaşadığı şaşkınlığı şöyle özetlemişti; “Aman tanrım! Dünya ne telaşlı bir yer olmuş böyle!”
Yaban Çilekleri’ne dönecek olursak benim için filmin en dikkat çekici noktalarından biriyse yolculuk esnasında karşımıza çıkan bir arkadaş grubunda bulunan iki erkek karakter. Bu karakterler aynı grupta bulunan Sara adında kadına aşıklar fakat hayata bakışları 180 derece farklı. Biri papaz olmak isterken, diğeri bilimde ilerlemek istiyor. Ve anlaşamadıkları en büyük konu, aynı zamanda günümüzün de en büyük ağrısı olan Tanrı. Birisi tanrının olduğuna eminken, diğeri bu konuda bir kanıt göremediğini bu yüzden de gerçekliğine inanamayacağını söylüyor. Film boyunca bu tartışmaları kimi zaman entelektüel boyutta, kimi zaman da yumruk yumruğa sürüyor. Bu tartışmaların birinde “Tanrı var mı?” sorusunu Profesör Isah’a yöneltiyorlar. Profesörün cevabıysa bir Ingmar Bergman filmine yakışacak türden; “Şafak vakti aradığım arkadaş nerede? Gece çöktüğünde onu hala bulamamıştım. Yanan kalbim bana onun izlerini gösteriyor. Çiçeklerin açtığı her yerde onun izlerini görüyorum. Onun sesi tüm havaya karışmış, sesi yaz rüzgarlarında uğulduyor…”

Şiirsel sinema kültlerinin başında gelen Yaban Çilekleri, insan ömrü boyunca belli aralıklarla izlenmesi gereken kafası sorularla dolu bir rüya senfonisi. Her geçen gün bence daha fazla sevelim.