
Evin baştan aşağı camdan örülü duvarına dik konuşlanmış yatakta öylece uzanmış duruyordum. Karşımdaki yatakta, sürekli bacağını ovuşturan bir kız çocuğu ve hemen tepesinde anlam veremediğim, kendine has figürlerle dans edip bütün salonu dönen bir adam görüyordum. Tanrılarına kurban sunan kabile dansı gibi bu garip hareket topluluğu, kapının aralanması ile kesiliyordu. İçeri birbiriyle konuşarak, şişe dibi gözlükleriyle Perhan ve arabesk bir şarkıdan ibaret yüzüyle büyükannesi, Khaditza giriyordu. Perhan, kucağındaki hindisiyle birlikte bacağından rahatsız kız kardeşinin başucuna gelip, sırtını boşluğa dayıyordu. Şeklini saflıktan almış yüzü, anlatacağı masalın yankılarıyla örtülü bir sakinlikten ibaretti. Ara sıra kız kardeşine bakıp gülümsüyor ve akordeonunu eline alıp çalmaya başlıyordu. Dişleri biçimsizdi, ağzını her açtığında tek bir isim düşüyordu yere, yuvarlana yuvarlana salonun ortasında kendi kendine dolanan dayısının ayak dibinde duruyordu ve bu isim hiç tereddütsüz Azra’ydı. Endişelerle genişleyip bütün evi sarıyordu bu isim ve durduğu yerden adım adım ilerleyip, Perhan’ın vücudunda şekil buluyordu. Sonra ağır ağır kapıya ilerliyor bunu gören ben ise odada yalnız kalacağım hissine kapılıp sağıma soluma baka baka onu takip ediyordum. Kuvvetli bir rüzgar da yerinden uçup gidecekmiş hissi veren incecik duvarlı evlerinden çıkıp, aynı hissin yaşandığı yamuk yumuk başka evlerin arasından geçiyor, ucuz emek masaları önünde pinekleyenlerle selamlaşıyor, ekşi ekşi etrafına bakınan çalgıcı çocuklarla dans edip, Tanrıya olan inancını kumarda oynayacağı parasına bağlamış, mutluluk ve mutsuzluk arasındaki zaman dilimine kendini bırakan sarhoşlarla dolu sokaklardan o sokakların neşesi ve üzüntüsü ile birlikte geçip gidiyorduk Azra’nın yanına.
Yaşadığı yerin telaşından unutulmuş bir tablo gibi önümüzde duruyordu saflığın, dokunulmamış güzelliğin ismi Azra. Perhan aptal bir gülümseme ile onun gözlerine baktıkça, bacaklarından tüm vücuduna yayılan mecalsizliği, yaprak gibi uçuşup, cılız rüzgarların içinde titreşen bir mum alevinde yanıp gidince, yeniden uçabilmek için tekrar ve tekrar bakıyordu gözlerine. Bu kısır döngü böyle kendini sürekli yenilerken, Azra Perhan’ın o saf gülümsemeyle örtülü yüzüne iyice yaklaşıyor ve “Nefes almadan kaç dakika öpüşebilirsin?” diye soruyordu. Perhan “20 dakika” diye karşılık veriyordu bu soruya. O kadar şaşırıyordum ki kendimden şüphe ediyordum bu cevap karşısında ve hemen nefesimi tutup kendimi deniyordum. 1 dakika 33 saniye sonunda daha fazla dayanamıyordum. Morarmış yüzümde gözlerim iri iri açılıyor nefessizlikten ve nefes nefese bize doğru koşan Azra’ın annesini görüyordum. Koşarken de bir yandan ağzı mağara gibi açılıp kapanıyordu bu kadının. Bu geniş ağızlı konuşkan kadın, hindisinden başka mal varlığı olmayan Perhan’a verecek kızının olmadığını, kızını eve doğru ittirirken tüm evlilik çağına gelmiş zengin çocuklarının da duyabileceği bir ses tonuyla haykırıyordu. Böyle bir şekilde Azra yanımızdan alınınca Perhan ile ben gecenin karanlığında düşüne düşüne sessiz sedasız kilisenin önüne kadar yürüdüğümüzü fark etmiyorduk. Azra’yı alabilmesi için parası olması gerektiğini fark eden Perhan, topraktan eve giremedim bari toprağa gireyim deyip, kendini kilise çanın asıp intihar etmeye çalışırken, insanları gecenin olur olmaz bir vakti uyandırarak Azra’ya olan ibadetine saf ettiğinin farkında değildi. Tam da bu sırada kilise yolunun başında bize doğru bir karaltı yaklaşmaya başlıyordu. Sağa sola yalpalayarak ilerleyen bu karaltının gevşekliğine bakılırsa, burun deliklerinin sayısı ağzındaki dişlerle aynı olan köyün müzmin sarhoşu Zabit’ten başkası değildi. Çana kendini bağlamış bir aşağı bir yukarı sallanan Perhan’ın görünce silkelenip kendine geliyordu Zabit. Hemen belindeki bıçakla çanın ipini kesip Perhan’ı aşağı indiriyordu. Ardından sevdiğini alamayınca canını vermeyi deneyen gözü yaşlı Perhan’ın kollarına girip büyükannesinin evine götürüyorduk.
Khaditza: N’aparsın Perhanım?
Perhan: Ağlarım.
Khaditza: Kız da ağlar mı?
Perhan başını sallayarak onu onayladığı anda, büyükannesinin oğlunu iyileştirdiği varlıklı çingene Ahmet, minnet sunmak için eve doğru geliyordu. Khaditza, Ahmed’in çocuğunu tedavi etmeye gittiğinde doktorların bile göremediği ve ya görmek istemediği basuru fark etmiş, hemen çocuğun götüne yumurtanın sarısını kırıp eliyle iyice yedirmişti. Aynı zamanda çocuğun elinden bir miktar kan alıp şaman ayininin andıran el kol hareketleriyle tedavasini bir nebze şova dönüştürmekten de çekinmemişti. Çingene cemiyetinin Al Capone, kardeşlerinin Don Vito Carleone gözüyle baktığı Ahmed, oğlunun titrek vücudunu iyileştirip, yine onun anlattığı hikayelere kıkır kıkır gülmesini sağlayan Khaditza’ya reddedemeyeceği bir teklif yapıyordu. Ayağından sakat torunu Danira’nın tedevasi için onu da yanına alıp, İtalya’ya götürecekti. Perhan da hem kız kardeşinin tedavisi ile ilgilenmek hem de Azra ile evliliği için para kazanabilmek adına Ahmed ile İtalya’ya gitmek istediğini söylüyordu. Bunun üzerine ben, Perhan ve kız kardeşi, büyükannesinin yolluk diye hazırladığı elma şekerlerinin kutusuna umutlarımızı da atıp Ahmed’İn kırmızı moskoviç arabasına biniyorduk.

Ahmed yol boyunca karşımıza çıkan sokaklara, evlere ve buralarda yaşayan insanlara dikkatlice bakıyor, aralarından hırsızlık, yan kesicilik gibi ölmeyecek meslek dalları için umut vaad eden küçük çocukları ailelerinden para karşılığında alıyordu. Yol üzerinde Danira’yı tedavi olması için uzun çocuk ağlamalarıyla inleyen hastane odalarının birinde bırakıyorduk. Ardından beyninin bilmem neresine takılarak büyüyen tek başına bıraktığı kardeşinin hasta bacağı yüzüne yansıyor ve aynı o bacak gibi bakışları da aksamaya başlıyordu Perhan’ın. Ve günler ilerledikçe de Ahmet için hırsızlık yapıp çalıp çırpan herkesten biri olacağına, bu duruma başlarda direnip aklına Azra geldiğinde katlanacağına ve hatta alışacağına tanıklık ediyordum. Derken sabun köpüğü gibi kabarıp genişleyen özlemleri, uçsuz kavuşmaların kollarına bırakmak için Azra’nın yanına dönmeye karar veriyordu ve çıktığımız dönüş yolunu ard arda yaktığı sigara dumanlarının arasında kısaltmaya çalışıyordu Perhan.
Şehre geri döndüğümüzde kar yağıyordu. Her yer buz gibi soğuk, her yer donuktu. Perhan’ın bu soğukta titreyen ellerine ve sonrasında etrafına bakışını şişmiş karnıyla bir çift göz karşılıyordu, Azra. Yüzüne ortalığı kasıp kavurmayı isteyen ancak kendine güçlükle engel olan bir bakış yerleşiyordu Perhan’ın. Hafiften kararmaya başlayan gökyüzüne bir daha hiç aydınlanmayacağı hissiyle bakıyordu ve karşısında hiç kimse yokmuş gibi yürümeye devam ediyordu. Yüzünde ilk kez tanıdığım acı bir ifadeyle sokak çocuklarına, üç kağıtçılardan piçlere, bir türlü gerçekleşmediği için yıllanmış umut kalabalığından sarhoşlara, şehri terk edenlere kadar herkesten bahsediyordu ve bu herkesin önümüzdeki sokakta bıraktığı şarkılarla küfürlerin arasından geçip meydandaki gazinoya giriyorduk. Azra’ya duyduğu özlem şimdi gelip göz çukurlarına batıyor, ölü ruhunun üstüne getirip başka başa ölümler ekliyor, Perhan da bu ölümlerin ortasında titrek eline aldığı içki bardaklarıyla dans ediyordu. Derken büyükannesi Azra ile birlikte gazinoya girip, Perhan’ın yanına geliyorlardı.
Khaditza: Neden inanmazsın? Kız seni sever, çocuk sendendir.
Perhan: Kendime yalan söylemeye başladığımdan beri kimseye inanmıyorum.
Ertesi gün Perhan ve Azra’nın düğünü yapılıyordu. Düğünden hemen sonra Azra’yı da yanımıza alıp İtalya’ya doğru yola çıkıyorduk. Azra’nın karnındaki bebeğin dayısından olduğuna inanan Perhan, doğumdan sonra bebeği satmaya kararlıydı. Ancak her şeye rağmen onu hala deliler gibi sevdiğini anlamak hiç de zor değildi. Şimdi sevginin ve öfkenin arasındaki mesafe bu iki insanın arasına girmiş, Perhan da bu mesafenin başucunda hem acısını yaşamakta hem de Azra’ya tekrar dokunmaya çalışmaktaydı. Uzunca bir süre yol gittikten sonra, büyük maçlarla çevrili bir ormanın yanıbaşından başlayan ve terk edilmiş futbol sahasına doğru genişleyen, sessiz sakin bir yere gelmiştik. Perhan yanımda yürürken kendi sınırları içinde uykuya dalmış, sınırları dışına çıkabilen tek şey olan attığı adımları etrafa takıldıkça yavaşlıyorduk. Derken epey yürüdükten sonra fark ettik Azra’nın yanımızda olmadığını. Kesilmiş ağaçların bulunduğu köşesinden ormanın içine geri doğru koşmaya başladık ve biraz dikkat edince ağaçların arasından geçen Azra’nın beyaz duvağını gördük. Koşmaya devam ettik ve ormanı bitirdiğimizde, karşımıza çıkan tren yolunun hemen kenarında kanlar içinde Azra’yı gördük. Doğum gerçekleşmiş, yanında bebeği, hareketsiz halde yatıyordu. Şu ana kadar yaşanmış ve bundan sonra yaşanacak çeşitli ölümlerin habercisi gibi soğuk ve ağırdı bedeni. Perhan’ın yüzü perde perde soluyor, Azra’nın cesedi yerde değil de sanki boğazının üstünde yatıyormuşçasına zar zor nefes alıyordu ve Perhan “Azraaaaa” diye bağırdıkça renkler canlılığını, yeşiller kıpırtılarını, hüzünler dar vakitlerini, aşklar ciddiyetini kaybedip, sonu gelmeyecek bir zamanın içine doğru, kimsenin görmediği yaralı bir köpek yavrusu gibi sürünmeye başlıyordu. Perhan’ın elleri Azra’nın cansız bedenine uzanıyor, vücudunu acemi çırpınışlarla kollarının arasına alıyor, kucaklayıp ayağa kalkıyor da bakışlarını bir an olsun çeviremiyordu gözlerine. Sonra bu bakışlar o an için vücut buluyor ve sayısız yerden bakıyordu Perhan. Rüzgarların uğultusundan, boğazında bıçak gezdirilen kurbanlığın gözlerinden bakıyor, oltaya takılmış balıktan balıkçıya, sağı solu yırtık kumaş parçasından terziye, kelebek kanatlarından tırtıllara, manzaradan körlere bakıyordu ve bu haliyle masumiyetin ne olduğunu meraklılarına bir solukta tarif edebilirdi. İşte böyle baka baka yürürken önümüzde uzanan bu tren yolunun bizi nereye çıkaracağını henüz bilmiyorduk.

Günlerce gecelerce yürüdük belki de. Kucağındaki çocuk, Perhan ve ben sokakların sağına soluna fırlatılmış günlük telaşlar gibi yalpalaya yalpalaya kaç istasyon geride bıraktığımızı artık hatırlamıyorduk. Sonra adını sanını bilmediğimiz taş döşeli sokaklardan geçiyorduk ve bir gün ayağına vuran acıya dönmüş yüzüyle karşılaşıyorduk Danira’nın. Kabustan uyanmış iki çocuk gibi rahatlıyorduk o an. Tedavi görmeğini Ahmed’İn onu hastaneden kaçırıp dilendirdiğini ve kısa zaman sonra da Ahmed’İn düğünü olduğunu anlatıyordu kız kardeşi. Bunun üzerine Perhan’ın oğlu ve kız kardeşini trene bindirip büyükannesinin yanına doğru yola çıkarıyordu. Biz de Ahmed’in düğününe gidip, takı olarak yakasına bir mezar taşı iliştirecektik.
Rengarenk, kocaman bir panayır çadırında yapılıyordu düğün. Çadırın etrafı ışıklarla, sarhoş insanlarla çevriliydi. Bir çingene çocuğunu bir dal marlboroya suçumuza ortak ediyorduk. O da çadırın içine girmemize yardım ediyordu. Ahmed’in yanına gidip, dizlerine kapanarak af dileniyorduk ve affımızla birlikte bizi kabul edip, oyun sahnesini tam karşıdan gören kaynana-kaynata masasının yanına yerimizi ayarlıyordu. Kuru pasta-limonata ritüelinden sonra Perhan, telekinetik güçlerini kullanıp az önce şeker hamurlarını kenara ayırıp pastanın içini yerken kullandığı çatalı masadan havalandırmaya başlıyordu. Çataldan gez-göz-arpacık tekniği kullanarak Ahmed’i hizalıyor ve onu tam boğazından nişanlıyordu. Ahmed’in boğaz damarlarındaki kanı daha yere düşmeden çadırdan çıkıyorduk. Bir dal marlboroya anlaştığımız çingene çocuğu diğer insanların çadırdan çıkmasına engel oluyordu. Fakat henüz imza atmadan dul kalan gelin, düğününün yarıda kesilmesinin verdiği yetkiye dayanarak bir yol bulup kalabalıktan sıyrılıyor ve elindeki silah ile bizi kovalamaya başlıyordu. Biz de koşturup kaçarken, küçük gecekonduların arasından geçip yüksek binalarla çevrili ıssız sokaklarda ilerliyor, tinerci çocukları, evsiz adamları gerimizde bırakıyorduk. Peşimizden arada sırada gelen silah sesleri, geçtiğimiz sokaklara dalga dalga yayılıyor, yarattığı tedirginlikle bizi yüksek duvarlarla çevrili çıkmaz bir sokağa doğru sürüklüyordu. Telaşlı gözlerle herhangi bir kaçış noktası arayan Perhan, koca duvara tırmanmaya başlıyordu ve daha duvarı yarılamamışken eli silahlı kadın arkamızda bitiveriyordu. Tetiği Perhan’a doğru uzatıp “uç bakalım” diyor ve ard arda iki el ateş ediyordu.
Bu iki el silah sesi, tüm sokak lambalarına aynı anda çarpıp söndürüyor ve oradan yeniden doğarak Perhan’ın yere düşmüş cansız bedenini ona bakan herkesin kendine göre anlamlar çıkarması için aydınlattıkça aydınlatıyordu. İki kurşunun metal dişleri Perhan ile sevdiklerinin arasını kesmeye yetmişti ve o insanların hepsini, hatta Perhan’ın çocukluğundan beri bildiği, bayramlarda zorla el öpmeye gittiği büyüklerine, kaçırdığı mahalle maçını anlatan arkadaşlarına, sözgelimi veresiye vermeyen bakkallarına kadar hayatının en ufak noktasından temas eden hemen hemen herkesi ben de tanımıştım şimdi. Büyükannesine yazdığı mektuplardan birinde kendini tarif ettiği gibi “çatısız bir kilise, sessiz bir çan” misali yaşayıp gitmişti. Şimdi bulunduğun o kalabalığın içinde, üstlerimizde bıraktığımız izlerle birlikte birbirimizi tanıyacağımızı biliyordum.
Evin baştan aşağı camla örülü duvarına dik konuşlanmış yatakta öylece uzanmış duruyordum. Başucuma Perhan’ın oğlu geliyor ve göz kapaklarımın üzerine koyulmuş iki madeni parayı alıp bir anda toz oluyordu. Yanımdan gelip geçen her insan sanki bedenimin cansız olduğundan bihabermiş gibi birbirlerine tebessümler dağıtıyordu ve perhan’ın büyükannesi uzaktan bana bakıp “Davor, Davor, kalk oğlum” diye sesleniyordu.