Duvara Karşı

Yazan: İbrahim Metin Esen

Her şey belediyenin yolları genişletmek istemesi, bahçeleri olan insanların -hatta senin yaşından bile çok seneler orada olan tuğlaların- bir harç yadımıyla oluşturdukları bahçe duvarlarının yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya gelmeleriyle başladı.

İlk başlarda babam çok ciddiye almadı bu yıkım olaylarını. Hani böyle başkalarına bir şey olur, senin başına gelmediği için anlık üzülürsün ama sonra unutur gidersin ya, öyle bir şey sanmıştık ilk başta ama nereden bilebilirdik ki Cüneyt Arkın’ın bir filmindeki gibi babamın iş makinelerine gider yapacağını.

Belediye, dünyanın en büyük üçüncü, Avrupa’nın en büyük ikinci ve yukarıdan (bayağı yukarıdan) bakıldığında Çin Seddi’nden sonra görülebilen ve sınırları itibariyle bir kuşu andıran güzide mahallemiz Kanarya’nın (Nüfus: 56.000 / Rakım: Buzlu olsun) yıllar önce buraya gelen Avrupa’nın elit ülkelerinden özellikle Bulgaristan, Yunanistan, Zimbabwe, Malta’dan göç eden ve elleriyle kazıya kazıya, avuç içleri nasır olana kadar (Kraliçe II. Elizabeth’ten de olanlar var) yaptıkları o asmalı, laleli, tahtalı bahçelerimizi yıkmaya ufak ufak başlarken, babam kahvede 15 yaşında boynuna astığı bir tepsi ıspanaklı böreği geze geze yiyen ve daha sonraları tuttuğu balıkları çiğ çiğ yediği için lakabı Ayı Recep olan arkadaşına “Ayıııı koz ver be oğlum koz veeer, sike sike vereceksin o kızı, olsun be oğlum yabancıya gitmedi” gibi seviyesiz batak esprilerini yaparken o hain, o zalim belediye duvarları yıkmaya başlamıştı.

Belediye kara kuvvetleri, Kanarya’nın İspanya’daki Kanarya Adaları’nı kıskandıracak sokaklarında ağır sanayi silahları, buldozer, dozer vb. İş makineleriyle sahil kesiminden Kanarya’nın 36 derece kosinüsüyle ünlü o bayırlarında ilerliyorlardı ve bizim de Esenler malikanemiz bu bayırların birinde ikamet etmekteydi. Yıkım olayı ister istemez, kulaktan kulağa, insanın vücuduna giren ve yavaş yavaş yayılan bir kanser gibi herkesin aklına girmişti. Her muhabbetin sonu, bu yıkım olaylarına bağlanıyordu.
Bizim mahalle sakinleriyle olan ahbaplığımız seneler öncesine dayanırdı ve babam da onların gözünde “Vedat abi içer ama ağzıyla içer, çocuklarının da bir dediğini iki etmez” saygınlığını kazanmış bir adamdı. Yıkım artık bizim sokağa da yaklaşmıştı. Babam diğer yıkımların olduğu sokağa gidip tanıdıklarına: “Oğlum karşı durun lan, hayatta yıkamazlar. Bizim tapumuz var, ancak parasını verirlerse yıkarlar” gibi başkalarından duyduğu bilgileri satmaya çalışıyordu.

Annemle olan telefon görüşmelerimizde babamın çok değiştiğini, gündüzleri kahveye diye yıkımın olduğu sokağa gidip yeni aldığı 2000x zoom özelliği olan fotoğraf makinesiyle yıkımın başındaki adamın fotoğrafını çektiği ve bu fotoğrafları da çatı katındaki odada banyo edip saatlerce düşündüğünü, akşamları ise “Bahçeden ses mi geliyor? Ya ben bir gidip bakayım” bahanesiyle iş makinelerinin üzerine “Siktirin gidin! Vedat was here! Tek Yol Devrim! Siyah Ölüm Beyaz Yaşam! Dürtme Ekle!” Yazıp Facebook adresini yazdığını söylüyordu.

Yıkıma bir gün kala babam, sabah erken uyandıktan sonra sokağımızdaki komşuları boş arsaya toplayıp “Sakın yıktırmayalım bir bok yiyemezler. Düşünün geçirdiğimiz güzel günleri, hepiniz karılarınızı bizim bahçeye yollayıp çay çekirdek yerken iyiydi. Bir kere de eliniz dolu gelin, kimse demiyor Vedat abi emekli maaşı alıyor” dedikten sonra “hepsi helal hoş olsun benim gözüm yok. Ne olmuş ki her akşam size 3 demlik çay, 3 kilo dondurma, 2 liralık tadım paketlerinden 8 paket çekirdek ikram ettiysek” deyip inceden, ne incesi baya lafı gediğine koyarak komşuların aklına girdiğini düşünmüştü.
Akşam internette saka kuşu sesi, Arjantin’de saka yetiştiriciliği, saka piçi çiftleşme gibi videoları izleyeyim derken, sabaha karşı 6 gibi uyumuş, uyandığında saat 14:07’yi bulmuştu. Bakkala ekmek almaya giderken ömrünün en uzun, ömrünün en kısa yolunda, dün gece hepsine damardan giren ve hepsinin de “Büyüksün Vedat abi” dediği o yavşak komşuları, daha belediye gelmeden kendi bahçe duvarlarını yıkmaya başlamışlardı. O ibne komşular her duvara vurduğunda kırılan tuğlalar, dağ gibi babamın kalbiydi ve o günün akşamında babam Facebook hesabında “kalbimi kırmak suya yazı yazmak kadar zordur, kırılan kalbimi düzeltmek ise gece doğan güneşe benzer” özlü sözünü yazacaktı.

Babam eve geldiğinde, yüzü aldı ekmeğin içinden daha beyazdı. Belliydi, bir şey olmuştu. Spor için değil, acıkmak için yürüyen ve kahvaltıda bir çiftli ekmeği yiyen babam o gün o ekmeğin kıyısını bırakmıştı. Gözleri dolu dolu oluyordu. Bilinmez niye demek isterdim sevgili okur, ama belliydi. O çay bardağını elinde sıkarken kıran ve elinden değil gözünden kan akan babam “Eski Vedat yok amına koyayım, siz şimdi seksi görün. Azrail’iniz olacağım ulan.” Gibi tehditler savurarak bizim bahçemizi de yıkmaya gelen belediye kara kuvvetlerinin karşısına çıktı.

İş makineleri, dozerler, evimize doğru kepçelerini kaldırmış, yıkım emrini beklerken, babamın bir çılgınlık yapmasından korkuyorduk. Babam, o belediyeye, o hükümetin anasına avradına küfür eden babam, “dün bekliyordum sizi valla geç kaldınız, çocuklar yıkıma başlasın, siz de buyrun bir çayımızı için” dedi fotoğraflarını çekip odasına sakladığı yıkım ekibinin amirine…

Next Post

Detaylar Goreng: The Platform

Pts Mar 30 , 2020
The Platform, Galder Gaztelu-Urrutia’nın bağıra bağıra yaptığı bir sınıf ve kapitalizm eleştirisi. Filme müthiş bir umutsuzluk ve karamsarlık hakim. Karakterler fazlasıyla ‘insan’ ve bundan dolayı yapmam dedikleri her şeyi yaparak karanlık bir belirsizliğe doğru sürükleniyorlar.  Biraz farklı bir hapishanede geçen The Platform, geçtiğimiz günlerde Neflix’te yayınlandı. Filmde, her katta ikişer […]

ÖNE ÇIKANLAR