zaman yolcusu
Burnumun kaşıntısına uyandım. Suratım halının püsküllerine yapışmış şekilde yerde uyuyakalmışım. Bir daha bu kadar çok içmemeliyim. Güldüm, bunun aslında artık pek bir önemi yoktu, bugün ölecektim.
Yarı baygın şekilde ayağa kalktım, başım sızlıyordu. Hemen tuvalete koştum. Banyo ve tuvalet, stüdyo dairemde kendi kapısı olan tek yerdi. Yatak odam bile salonun kenarından merdivenle çıkılan açıkta bir ara kattaydı. Banyonun kapısı açık bıraktım, hep böyle yapardım çünkü evime pek gelen giden olmazdı. Tuvaletimi yaptıktan sonra olduğum yere kıyafetlerimi çıkardım. Ördekli banyo perdemi açtım, sıcak suyun vanasını sağa çevirdim. Küvetin dolmasını beklerken gözüm dışarıdaki aydınlık havaya takıldı. Haberlerde İstanbul’da bugün fırtına ve yağmur beklendiği söylenmişti ama aksine hava günlük güneşlikti. İntiharımı hep yağmur damlalarının cama çarpma sesi eşliğinde hayal etmiştim, bu güzel hava moralimi bozdu.
Son banyoma girdim. Suyun içindeyken de kararımı son kez sorgulamaya başladım. 36 yıllık hayatım boyunca hep ilahi bir dokunuşla her şeyin düzelmesini ve mutluluğun bana gelmesini bekledim, olmadı. Son 10 senedir dönüp dolaşıp geldiğim nokta hep intiharın eşiği oldu. Anne ve babam da ölmüştü, geride gidişime üzülecek kimse kalmamıştı. Maddi durumum oldukça kötüydü, bu stüdyo dairenin kirasını bile 3 aydır ödeyemiyordum. Yıllardır içten içe deli gibi aşık olduğum Füsun’a birkaç ay önce açılmıştım. Reddedildim. Artık burada tek bir gün bile geçirmenin anlamı kalmamıştı. Ne kadar erken ölürsem o kadar iyi.
Duştan sonra karnımın acıktığını fark ettim. Dün gece marketten aldığım iki tane muzu yiyecektim ama banyodan çıkıp sağdaki tezgâha gittiğimde muzların çürümüş olduğunu gördüm. Garipti, iştahım kaçtı ve bir şeyler yemekten vazgeçtim. Aç ölebilirdim, sorun değildi. Evi toplamaya başladım. Cesedimi bulduklarında “Ne kadar da pismiş.” dememelilerdi. Makinedeki temiz bulaşıkları yerlerine yerleştirdim. Çalışma masamın arkasındaki beyaz tahtayı sildim, üstünde işe yaramaz notlar kalmıştı. Masayı da sildim ve bilgisayarımı simetrik bir şekilde ortaya koydum. Gözüm günlerdir masanın köşesinde beni bekleyen silaha kaydı, dokunmadım.
Koltukları ve yastıkları düzelttim. Televizyon kumandasını yerine koydum. Tam ara kata çıkıp yatağımı da düzeltecektim ki çorabımın ıslandığını hissettim. Yere baktım, ayağımın altında ufak bir kan birikintisi vardı. Burası sabah halının kenarında uyandığım yerin gerisiydi. Yerdeki kanı sabah uyandığımda fark etmemiş olmalıydım. Etrafa bakındım. Herhalde alkollü bir şekilde merdiveni çıkmaya çalışırken düşüp kafamı köşedeki oyun ünitesine çarpmış olmalıydım. Elimle kafamı yokladım. Sağ kulağımın arkası cidden dokununca acıdı. Kendi halime üzüldüm, acınası bir adamdım.
Yerdeki kanı temizledim, yatağımı düzelttim. Hazırdım. Dış kapının kilidini açtım ve yokluğumu fark edince içeri kolay girebilmeleri için anahtarı çıkardım. Emin adımlarla çalışma masama ilerledim. Giderken perdeleri kapattım ve masa lambamın ışığını açıp tavana yansıttım. Sandalyeye oturdum ve silaha doğru uzandım. Sandalyenin gıcırtısı eşliğinde doğal olmayan bir titreşim hissettim. Telefonum çalıyordu. Sesin geldiği yere baktım, telefon koltuğun üzerindeydi. Duraksadım ama daha sonra açmaya karar verdim. Kimin aradığını merak ederek ölemezdim. Hızlıca koltuğa doğru zıpladım, arayana baktım, Füsun’du! Dolu dolu bir kahkaha attım, ölmekten delilerce korktuğumu artık gizleyemeyecek kadar şaşkındım. Telefonu açtım. Füsun, bugün müsait olup olmadığımı sordu. “Müsaitim.” dedim. Beşiktaş’ta bir pazar kahvaltısı yapmak üzere sözleştik. Telefonu kapattığımda ağlamaya başladım, ne kadar da aptaldım. Koltuğa boylu boyunca uzandım, ölümü ve biraz da Füsun’u düşünmeye başladım. Aylar sonra ilk kez sesini duymuştum, birlikte pazar
kahvaltısı yapacaktık. Bir dakika! Pazar mı? Bugün cumartesiydi. Telefonun ekranı açıp kontrol ettim. Saatin altında “8 Ekim Pazar” yazıyordu.
Bir süre ne olduğunu anlayamadım. Sonra da birkaç saniye içinde her şey yerine oturdu. Hava durumundaki tutarsızlığın ve hızlı çürüyen muzların gizemini çözmüştüm. İntihar edeceğim 7 Ekim Cumartesi gününü hiç yaşamamıştım. İstemsiz bir şekilde zaman yolculuğu yapmıştım. Kafamı çarptığımda bir günden fazla bir süre baygın kalmış olmalıydım. Eğer her şey yolunda gitseydi dün ölmüş olacaktım ve Füsun’dan beni hayata tekrar bağlayan bu telefonu hiç almayacaktım.
36 yıldır beni hep es geçtiğini düşündüğüm o ilahi dokunuş, kafama inen tek bir darbe şeklinde bana yeni bir hayat sunmuştu.