
‘‘Yeni bir şey değil ölüp gitmek bu yaşamdan,
Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz.’’
Arapça kökenli bir kelime olan intihar en bilindik tanımıyla ‘”bir kimsenin toplumsal ve ruhsal nedenlerin etkisi ile kendi hayatına son vermesidir.” Her yıl milyonlarca insan bu yolla kendi yaşamına son veriyor. Hatta araştırmalara göre dünyada her 40 saniyede bir kişi intihar ederek yaşamına son vermektedir. İlginç olanı ise yazar ve sanatçıların intihar etme oranlarının diğer insanlara göre 18 kat daha fazla olduğu yönündeki bilgiler. Sizce intihar tanımında da belirtildiği gibi kişinin tercihiyle mi ilintilidir? Yahut tercihinin dışında bir etkiyle mi? Artık gücünün yetmemesi midir? Konuşacak hiçbir şeyinin kalmaması? Yaşamda bir fazlalık olduğunun farkına varmaktır belki. Belki de eksiklik. Konu buraya geldiğinde ben hep arafta kalıyorum. Bunları düşünüp cevap ararken aklıma hep Bir Zamanlar Anadoluda filmindeki doktorun savcıya söylediği şu sözler gelir; ‘‘ Zaten intiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu Savcı Bey.’’
Sizinle bugün intihar hakkında konuşmak istedik. Ama bu teorik bir konuşma olmayacak. Daha çok edebiyatla iç içe olan yazarların intiharları üzerinden olacak. Belki hepsi unutulmak artık hatırlanmamak için intihar etmişti. Bizler bugün ölümleri ile ölümsüz olanların hikâyelerinden bahsedeceğiz.

Albert Camus, intihar sorununa dair Sisifos Söyleni’nine şöyle başlar: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar.’’ ve ekler: ‘‘ Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” Camus intihar bir uyumsuzluk ve felsefi bir problem olarak görmüştür. Ona göre intihar yaşamın anlamını araştırırken, yaşama dair bir yargıda bulunup bulunmama açısından ve hayatı anlamak açısından önemli bir role sahiptir. Yaşamın yazgısını anlamadan ve ona dair bir yargıya varmadan yaşamak mümkün müdür? Camus’a göre mümkün değildir. Aslına bakarsanız Camus’nun bu düşüncelerini Descartes’e kadar bile dayandırabiliriz. Çünkü ona göre yaşamın ‘cotigo ergo sum’u bulunmalıdır. Bireyler var oldukları sürece hayata geliş amaçları üzerine düşünüp, yazgılarını anlamaya çalışmalıdır. Çünkü bireyler içinde yaşadığı toplumun yabancılığını, bulantısını, yönsüzlüğünü ve bütün çelişkilerini kendi varoluşlarında bulundurur. Bu yüzdendir ki intiharı toplumsal değil bireysel bir olay olarak ele alır.
Jean Paul Sartre ise Camus’nun aksine “İntihar bir kaçış değil, reddediştir.”diyor. Yani intiharı bir tür kaçış, kabulleniş olarak görmüyor. Tam tersi bir var bir protesto ve reddediş olarak adlandırıyor. Varoluş sancısının sonucunda ulaşılan bir yol olarak gösteriyor. Bireyler bir anlık cinnet halinden kaynaklı yahut artık yapacak hiçbir şeyinin kalmamasından dolayı kapıldıkları acizlik duygusundan dolayı intiharı seçmezler. Kendi benliklerini aradıkları ve artık hiçliğe doğru yol aldıkları için bu yöntemi seçerler. Çoğu yazarda olduğu gibi.
“Ama ölümüm bile fazlalık olacaktı. Cesedim de; şu güleç bahçenin dibinde, çınar ağaçlarının arasında, şu çakıl taşlarının üzerinde, kanım da fazlalık olacak; en sonunda, temizlenmiş, kabuğu çıkarılmış, dişler gibi temiz, ak pak kemiklerimde fazlalık olarak kalacaktı. Her zaman için fazlalıktım ben.” (Bulantı)
İnsanlara yaşayabilmeyi, sevmeyi ve günbatımlarını izlemeyi öğütleyen, günlüklerinden oluşturulan Yaşama Uğraşı’ kitabının yazarı Cesare Pavese de öğüdünü tutamayanlardandır. Onunla ilgili okuduğum bir notta: 6 yaşındayken babası beyin kanserinden öldü. Lisedeyken tek yakın arkadaşının intiharı, yine aynı zamanlarda başka bir öğrencinin kendini öldürmesiyle intiharın onun için saplantı haline geldiği yazıyordu. 1950 yılında yazarlık hayatının doruğa ulaştığı zamanlarda o, kendini yine yalnız ve sorunlu hissediyordu. 18 Ağustos’a kadar yazdığı günlüğünde yer alan ve basılan sayfaların dışındaki bütün özel kâğıtlarını yok etmiştir. 1950 yılında Torino’da bir otel odasında hayatını sonlandırmadan hemen önce günlüğüne şu notları düşmüştü:
‘‘ Gizlice en çok korkulan şey hep gerçekleşir sonunda.
Yazıyorum: Ey, Sen, acı. Peki sonra?
Bütün gerekli olan, biraz cesaret. Acı ne kadar ortaya çıkar ve kesinleşirse, yaşama içgüdüsü o kadar ağır basıyor ve intihar düşüncesi zayıflıyor. Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde. Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük istiyor, kendini beğenmişlik değil.
Tiksiniyorum bütün bunlardan.
Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım.’’
Ayrıca Pavase, intiharı en çok konu eden edebiyatçılardan Tezer Özlü’nün de en sevdiği yazardır. Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabında yer yer Pavase’nin alıntılarına yer vermiştir ve onun yaşadığı yerlerde gördüklerini kaleme almıştır. Doğru bilinen yanlışlardan biri de Özlü’nün intihar ettiği yönündeki yazılardır. Ancak sanırım burada küçük bir parantez açmakta fayda var. Tezer Özlü birkaç kez intihara teşebbüs etmiştir, fakat meme kanseri nedeniyle ölmüştür.

Biraz önceki benzerliğin bir başka halini Sylvia Plath-Nilgün Marmara ikilisinde de görmekteyiz aslında. ‘‘ Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkılıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir rüyadır.’’ diyen ve yarı otobiyografik bir roman olup, kendi depresyonu üzerine ayrıntılı bilgiler verdiği Sırça Fanus kitabının yazarı Sylvia Plath, odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak üzere bantlayarak kapattıktan sonra kafasını fırının içine sokarak intihar etmiştir.
“Biliyorum, bir gün dayanamayacak küçük kalbim; arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye veda edeceğim.” diyen Nilgün Marmara ise Boğaziçi Üniversitesi’nde hazırladığı bitirme tezinde, intihar etmiş olan Sylvia Plath’ı konu etmişti ve kendisi de tez konusunun kahramanını model seçmiş ve 29 yaşında pencereden atlayarak intihar etmiştir. Geride bıraktığı notta ‘’Kuşlara iyi bakın’’ der. Burada bir parantez açmak gerekiyor sanırım; eşi Kağan Önal onun ölümünden 23 yıl sonra şunları söylüyor: “Nilgün’ün şiir yazdığını bile bilmezdim. Bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı.” Dahası şunları da ekliyor: “Çünkü intiharının sebebi belliydi; manik depresifti Nilgün…” oysa kimse manik depresif olduğu için intihar etmez. Yıllarca birlikte uyuduğu, aynı evi paylaştığı adamın onu anlamadığı, görmediği ve hissetmediği o kadar açık ki. Kendi adıma Nilgün’ün neden ‘‘Dirim çürüyor yanı başınızda’’ yazdığını bunları okuduktan sonra daha iyi anlayabilmiştim.
“Şu yaşamda en kolay iştir ölmek, asıl güç olan yeni bir hayata başlamak” diyen Mayakovski de güç olanı başaramamış ve hayatına kafasına sıktığı tek bir kurşunla genç yaşta son vermiştir. Üstelik ‘‘Sergey Yesenin’’ isimli bu şiirini ölümünden çokça etkilendiği Yesenin için yazmıştır.
Sergey Yesenin ise kestiği bileklerinden akan kana kalemini bandırıp son şiiri olan ‘Ayrılık’ı yazdıktan sonra Leningrad’da bir otel odasında kendini kalorifer borularına asıp intihar etmiştir. O şiirde şunları söylemişti: ‘‘Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm, ama yaşamak da yeni sayılmaz kuşkusuz.’’
Sergey’in yaşadıklarına benzer bir durumu Beşir Fuad’ta da görürüz. Her ikisi de hekim ve şair olan bu isimler intiharları sırasında bile yazmıştır. Kâğıdına sıçrayan kanıyla kendi ölümünü anlatan Beşir Fuad’ın son satırları: “Ameliyatımı icra ettim. Hiç bir ağrı duymadım. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım ki kâğıt dahi kanla mülemma.” olmuştur.

İngiliz feminist, yazar ve eleştirmen Virginia Woolf hayatına son verdiğinde 59 yaşındaydı. O, sanatını uğradığı haksızlıklardan ve yaşadığı acılardan beslenerek inşa etmişti. En bilinen romanı olan Mrs. Dollaway kitabında ‘‘ bilinç akışı’’ tekniğini kullanıp bu türün en başarılı örneklerinden birini vermiştir. Doktorunun ona yazmasını bırakmasını söylemesine rağmen yazmaya devam etmiş ve Perde Arası romanını yazdığı sıralarda yeteneğini kaybetmeye başladığını düşünmüştür. Her gün savaş korkusu ve yeteneğini kaybetmenin vermiş olduğu stres, dehşet ve korku sonucu ruhsal bunalıma girmiş, içinde bulunduğu duruma daha fazla dayanamayıp, evlerinin yakınlarında bulunan Ouse nehrine ceplerine taşlar doldurarak atlayıp geride kardeşine ve kocasına yazılmış iki intihar mektubu bırakarak intihar etmiştir.
“Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum”
Avusturyalı yazar Stefan Zweig ise sanatçı duyarlılığı nedeniyle hayatına son vermiştir diyebiliriz aslında. Buna örnek olarak günlüğünde şu satırlar yazılıdır: “Ne olursa olsun mahvolduk, hayatlarımız onlarca yıl düzelmeyecek… Fransa’nın teslim olması yakın… bitti. Avrupa’nın işi bitti, dünyamız çökertildi. İşte şimdi tam anlamıyla vatansızız.” O yaşamı boyunca doğruluktan, aydınlıktan ödün vermemeye çalışmıştır. Her zaman iyi çalışılmış işlerden bahsetmiştir. Satranç, Amok Koşucusu, Dünün Dünyası gibi Türkçeye çevrilen eserleriyle de bilinen Zweig, aydınlık, akıl, medeniyet, sevgi gibi erdemlerin Nazi Almanyası işgaline uğramasına göz yumamamıştır. İnandığı değerlerin bir daha geri gelmeyeceğine inanan yazar, Nazilerden kaçarken yerleştiği Brezilya’da 1942 senesinde karısıyla birlikte intihar etti. İşte İsrail Ulusal Kütüphanesi tarafından yayımlanan Stefan Zweig’ın intihar mektubu:
‘‘Özgür iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan ayrılırken, son bir sorumluluk yerine getirilmeyi bekliyor: Bana ve işimi yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke Brezilya’ya içten teşekkürlerimi sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum. Ki hayatım boyunca tinsel uğraşım en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızılllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.”
Çok sayıda edebiyatçının intihar ederek yaşamlarını noktaladıklarını biliyoruz. İlhami Çiçek, Sadık Hidayet, Sarah Kane, Hunter S. Thompson, Kaan İnce, Richard Brautigan, Ernest Hemingway, Metin Kaçan, Leopoldo Lugones, Goncourt Ödüllü Romain Gary (ki kendisi Emlie Ajar ismiyle de kitaplar yazmış ve bu ödülü tekrar almıştı. Eşinin intiharı üzerine kendini öldüren Gary’nin son cümleleri “Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşça kalın.” olmuştur.)
‘‘Yazık! Her şey ölecek demek ben ölürsem. Bu akşam beni bekleme, çünkü gece kara ve ak olacak.’’ diyen Gerard De Nerval ve daha niceleri…
Sözlerimizi toparlamak gerekirse Pavase’nin de dediği gibi:
‘‘Yaşanacak bir yaşam vardır. Binilecek bisikletler var,
yürünecek yaya kaldırımları ve tadına varılacak güneş batışları vardır.’’
O, bunları söylemesine rağmen neden intihar etmiştir; bilinmez… Ancak biz onun bu sözlerini dinleyelim. En yakın pencereye koşup uzun uzun gökyüzüne bakalım, güneşi zapt edebilelim artık, belki bazılarımız bir sigara yakar, ilk kez aşık olduğu günü hatırlar…
…
UMUTSUZLUĞA ALIŞMAYALIM…