
“ah niçe, gençliğimin sağanak yağmuru” dedi elindeki orağı sağa -ama daha çok- sola sallarken. son birkaç yüzyıldır neyi çok istese daha önce yapılmıştı, kimi öpse öpülmüş tanrıların enfes dudaklarındaki o ele geçmez kasveti tadıyordu. hayalleri fantastikti fantastik olmasına fakat devlet bilim kurgu sevmiyordu en az bin yıldır ve derhal ödenmesi gereken birkaç fatura vardı. perdelerin rüzgarlarla yarıştığı, çocukluğumuzdan dumanların ve duaların yükseldiği bir zaman, annesinin kaburgasından çaldığı o şairane deliliği de alıp yanına, sırf gıcır mağlubiyetler için koştu yıkılmış o kente doğru. koşarken bir zamanlar kimsenin söylemediği o cümleyi hatırladı: “iyi insan olmak için önce kondisyon gerekir” buralarda bir yerlerde etrafında beliren atlılardan, ucu yanık devranlardan, modern tatavalardan, orta sınıf pragmatistliğinden bıkan ilk yorgunun dinlenmesi için demirden bir çatı olmalıydı. “aç kapıyı niçe, yıldızların henüz kesilmemiş ellerinden ve halkların duvarsız evlerinden geldim ben” diye bağırarak boşluğu yumruklamaya başladı. anahtarsızlık gam kadar cüretkar, olmayan kapılar kulaklar kadar sağırdılar. bu çetrefilli kapılar yalnızca atletik atlar üzerine yağan turuncu yağmurların bizzat kalplerinde hissettikleri ağrıydı belki, belki yalnızca katran karası kaderinin onun şerefine verdiği son yemek. zamanın geldiğini hissetti, asfalttan konformist bir çarmıh yarattı kendine. ön cebine afili bir sarı çiçek yerleştirdi. elleri, olmayan bir aynayı aradı, sırf maddesel olarak janti olduğundan emin olabilmek için. günlerce bekledi asfalt çarmıhın başında. kimse onu öldürmek için gelmedi, çünkü o henüz kimsenin peygamberi değildi. birden feci şekilde yaşadığını hissetti. yıllardır hissetmiyordu bunu, terledi, panikledi. kaburgalarına çok fazla geldi bu his. ayna yere düştü, bir silah sesi duyuldu, bu hissi çekti çıkardı içinden.