orçun yalçın

            Uyuyan Güzele Habersiz Ziyaretler(I), Orçun Yalçın

                                                Elbette Funda’ya,

                                                Delilerden sen anlarsın. Konuş onlarla…

Bir insanı bu unutmak bu yüzyılda ne kadar zamana denk düşerdi ? Hangi dostlarla, kitaplarla, kaç saatlik uykularla mümkündü ? Bilmiyordum.  Hissediyordum ki sesinin işitilmediği bir yaşam biçimine, adının anılmadığı evlere, bahçelere adım atmam bile ancak senin varlığınla mümkündü. Eşyalarına bu yüzden ilgi duyuyordum. Her ziyaretimde bende yarım kalmış suretine ekleyebileceğim, onu git gide sana benzetmeme yardım edebilecek tokalarını, kalemlerini, tiyatro biletlerini ödünç alıyordum. O biletlerden birini çekmecemde tutuyorum hala. Kendi gerçekliğim ile aramdaki nadir bağlardan biri çünkü.

“Grönholm Methodu”.  Arka sıranın bir önünden iki tane bilet . Tüm salonun hayaletleri dolanıyor üzerinde. Biri ucundan hafifçe kıvrılmış. Kaybolmasın diye cebine hızlıca sıkıştırmışsın belli ki . Üstünde cepleri dar, ceylan kahvesi pardösün olmalı.  Kaybetmekten korktuğun zamanları hatırlatıyor biletin etrafındaki bu kırışıklıklar. Dokunulduğunda ruhunun ağrıyan yerlerini hala hissettiğin günleri anlatıyor bana. Hiç susmasın diye kirli yüzeyine bakıyorum, artık kağıt parçalarından medet ummak acıtmıyor canımı. 

   Umutsuzluk yahut ona benzer bir çöküş hali değildi bu. Dünyadan haber getiren ulakların kaybolmasıydı geçtikleri bir köyde, hiçbir şey beklememenin hafifliğini ve kırıcı tarafını birlikte sunan tepsiden bahsediyorum, anlıyor musun ? 

Sonra bir gün tüm bu olup biteni Elif anladı. “Sen bu yaşananların içinden ufacık bir kesit ayırmışsın kendine belki de kalbinin aklıyla çektiği ufak bir resim. Bu resmi zihninin tam ortasına hapsetmek istiyorsun. Kuracağın her hayale, başlayacağın tüm cümlelere bu resimden çıkıp ses vermeyi diliyorsun. İzin veremeyiz buna.” Plakta “As Time Goes By” çalıyordu. O gece sabaha kadar oturduk. Dışarıyı yan yana fakat farklı pencerelerden izleyerek sabaha kadar…   

Yeryüzünün en acımasız yeri seni çok iyi tanıyan insanların yanı başıymış, o gün fark ettim.  Okuduğum her kitapta, kulağıma çalınan tüm ezgilerde, karşılaştığım kadınlarda seni büyütmeye ve sana bir şeyler anlatmaya devam edecektim. Hayatın mayasına karıştırmıştım seni bir kere, kimsenin ummadığı köşelere, açmadığı kapakların altına falanca günkü bir sözünü yahut gülüşünü eklemiştim çoktan. Biliyorlardı hepsini. Biliyorlardı, onlar elektrik faturalarını öderken, vitrinlerin gri dünyasında gezinirken hayatlarına nasıl devam ettiklerine şaşıracağımı ve ayak bağı olacak türlü düşüncelere dalacağımı. Onlar için koskocaman bir ömür yalnızca bir insanı içine almak için fazla mı fazla genişti. Allah korusun böylesi bir yalnızlıkta insan delirebilirdi! Bu adını koyamadıkları hastalığı görülmeyecek en uzak yere saklamaya karar verdiler. Mutsuzlukların, telaşların ve açılan gözlerin ilk halinin tam da içine. Afrika’ya. Yeni bir rehabilitasyon kampı kuruyorlardı ve beş aylık süreçte katılımcıların unutmak istedikleri bir hatırayı, kişiyi veya bir zaman dilimini denenmemiş yöntemlerle tamamen silmeyi vaat ediyorlardı. Kitaplar, bir şeyler anlatmaya meyilli fotoğraflar, zamanı geri saran küçücük notlar bu kamptan önce toplanıyordu.  Özlemi ehlileştirmeye çalışan, onu parçacıklara ayırıp oluşan her ayrıntıyı boşlukla kaplayarak bir umarsızlık istasyonuna ulaşmaya çalışıyorlardı. Tüm duygular zaten özlemekten türememiş miydi ? O halde özlemi yok etmek her şeyin başlangıcı olmalıydı.

Yaz başı küçük bir gemiyle Afrika’ya yolculuğumuz başladı. “Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i”, bir cep pusulasını ve senin bir kaç fotoğrafını yanımda sokma umuduyla ceketimin içinde yoklayıp duruyordum ilk günlerde. Her milletten insan vardı ve ortak dilimiz yanımızdan geçip duran adalara, şehirlere ve martılara boş boş bakmaktı. Yatağımdan nadiren kalkıyordum. Tüm sevdiklerimin yüzlerinden birer parçayı etrafımda gördüğüm türlü şeylere denk düşürüyordum. Mesafeyi görmezden gelmeye çalışan aklın ürünleri diyordum kendi kendime. Elif’in sütliman alnı sabahları dolaştığım güvertenin üstünde boylu boyunca uzanan gökyüzüne yayılıyordu.  Erdem’in burnu kaptanın sigara yaktığı gemi pruvasından hiç ayrılmıyordu. Senin saçlarınsa dolu dizgin akan bir ırmağın kalbi olmalıydı. Capcanlıydı. Marsilya’da sinemaya yetişmek için son tramvaya koşuyordu saçların. Beyrut’ta bir liman boyunca gemilere rüzgar taşıyordu. Napoli’de çocukları doyuruyor,hepsinin yüzündeki gülümseme oluyordu. Ürdün’de bir camide Tanrıyla konuşurken, bazen de bir balıkçı kahvesinde kendisi Tanrı oluyordu. Uzadığı kadar hür, bir anlamı çağırıyordu hiçbir imkansızlığa değmeden. Güvertede aşağı yukarı dolanıp, bunları düşündüğüm bir öğlen vakti keten takım elbisesi, albatros saç kesimi ile aramıza yanlışlıkla katılmış izlenimi veren bir Fransız yanıma yaklaştı. Adının Jacques olduğunu sonradan öğrenecektim.” Bir geminin içinde kurduğun hayaller o gemiyi de ilgilendirir.” Paylaşmamı biraz da içimi dökmemi bekliyordu kuşkusuz. Oysa paylaşmak unutmanın ilk adımıydı, yayınladıkları genelgede okumuştum. Sustum. Saçların yavaş yavaş geceyi getiriyordu.  

Kampa katılışımın üzerinden bir kaç hafta geçti. Fotoğrafını Jacques’in silindir şapkasının içinde kampa sokmayı başardım. Dikenli tellerle çevrili upuzun bir kumsalda kalıyoruz. Hareket eden her şeye sabit bir merakla baktığın küçük bir mezarı andırıyor. Yanı başımızda uçsuz bucaksız bir orman uzanıyor. Bazı günler hiçbir şey yapmadan oturuyoruz. Zamanın biz olmadan da aktığını yüzümüze vurmak için saat başı tiz bir zil çalıyorlar. Bazı günler ise yaşam ilanları astırıyorlar dikenli tellere. Ölüm bizdendi, ölüm tam içimizde, yediğimiz meyvenin kabuğundaki vitamindeydi. Peki ya yaşam ? Herkes ağaç gövdesinden soyduğu macunlarla hayal ettiği şehirleri çiziyordu. Denize kıyısı olan evlerin sabaha dek ışıkları açık oluyordu çoğu sefer bu kağıtlarda. Tüm günahlar karanlıkta hızlanıyordu, anlamışlardı. Krizantemler, aslan menekşeleri, laleler her mevsimde yetişebiliyorlardı. Kimisi ise unutmak istediği o hatırayı  çizip hasret giderdikten sonra siyah macunlarla karalıyordu. Onlara sempati duymaya başlamıştım. Delilik insandan insana sevgiyle bulaşıyordu.

Fotoğrafına bakmayı kendime ve Jacques’e yasakladım artık. İki boyutlu dünyası o kadar aldatıcı ki! Avuçlarından sokaklara ığıl ığıl dökülen yaşam özü, uzun öpüşlerin ardından büyüyen gözlerin, bana sarılırken kucakladığın ilk gençliğim, göğsümde yıllardır duran boşluk, beni tüm insanlığın arasında görünür kılan sevgin bu fotoğrafta yok. 

Kasımın altısı olduğunu doktorun reçetesinden öğrendim.  Geceyi senin kırmızına boyayan mürekkep balıkları, yağmur ormanlarında, hemen şurada bir belirip bir kaybolan kaplan gözleri diliyorum sana. Yanında değilim. Toprağa yazılmış çok eski bir hikayenin içindeyim. Birazdan üzerimden kızgın atlar geçecek.Sarılmanın bin bir türlü yolunu düşündüm bugün.  Gül yangını gövdeni yanı başımda buldum. Sözcükler ikimize de yeter. Saçlarına, en çok da saçlarına sarılıyorum

Gözleri uykusuzluktan ufalmış bir kadın bugün sahil boyunca çıplak ayaklarıyla koşarak geçti önümüzden. Elleri çırpınan bembeyaz kuşlar gibi boşluğu dövüyordu. Doktorlar çok geçmeden yakaladı. Sesini duyabilmek için yaklaştım. “Koşmak istiyorum. Nereye varacağım mühim değil. Belki unutulmuş bir kuyunun dibine belki de başladığım yere dönüyorum! Ama durmak istemiyorum. Durunca tüm düşünceler karnımdan, göğsümden, kılcal damarlarımdan gözlerime yürüyor. ”  Bir aykırı davranışın diğer tüm sıradanlıkları yutabileceğine inanan doktorlar tabi ki izin vermedi buna. Bir hafta sonra kendini akıntıya teslim ederek canına kıydığını öğrendik arkadaşlarından. Göçüp gittikten sonra bile farklı bir dünyada tekrar ve tekrar hatırlama olasılığı onun için çileydi. Sürekli bir devinimi ancak böyle sağlayabilirdi. O sabah yaşam ilanıma, bedeni kıyıya vurmayacak ve hiç durmayacak bir kadın çizdim.