Parazit | Gisaengchung


Konusu ve Teknik Bilgiler

Okja ve Kar Küreyici’yle tanınan yönetmen Bong Joon-ho’nun gençliğinde para kazanmak için ders verdiği zengin evinden ilhamla çektiği Parazit bu yıl Cannes’da Altın Palmiye’yi alan ilk Kore filmi oldu. Sydney’de de En iyi Film Ödüllerini kazanan bu film, birçok eleştirmene göre 2019 yılında vizyona giren en kaliteli filmlerden biriydi. Bu film ile ülkesi Güney Kore’ye ilk Altın Palmiye Ödülü’nü getiren Bong Joon-Ho, filminde komedi-dram-korku filmi ve fantastik türlerini denge içinde harmanlama başarısını gösteriyor. Kim ailesinin işsiz ama becerikli fertleri zengin Park ailesinin evine hile ve çeşitli oyunlarla teker teker İngilizce öğretmeni, resim öğretmeni ve hizmetçi olarak sızarlar, fakat belgede sahtecilikte ne kadar maharetli olurlarsa olsunlar, saklayamadıkları bir şeyler vardır. Sınıf farkı yaralarını büyük ustalıkla işleyen yönetmen filmi için, “palyaçosuz bir komedi, kötü adamsız bir dram” diyor.
Filmin yaklaşık 77 günde 11 milyon dolarlık bütçe ile çekildiği söyleniyor. 10.000.000’luk gişesiyle ise ülkesinde bugüne değin en çok izlenen film oldu.

Yönetmen her zaman işlediği sınıf mücadelesini bu kez sadece ekonomik anlamda değil psikolojik anlamda da ele alıyor. Genellikle sefalet ve zenginlik konularını işleyen Bong Joon-ho zenginin hep zengin fakirinse hep fakir kalışını ustalıkla eleştiriyor. İki sınıf arasındaki tek farkın ekonomik yeterlilik olmadığını bunun yanı sıra dünyayı anlama ve anlatma düzeylerinde de çok fazla farklılık olduğu söylüyor.


Neden Parazit?
Yönetmen parazit ismiyle hasta eden bir virüse atıfta bulunuyor. Bu virüs insan vücuduna iki şekilde alınıyor. Ve vücudu deformasyona uğratıyor. Başlangıç için ne güzel bir metefor diye düşünmüştüm. Sinemada sınıf çatışmasını bu kadar alenen ve bir virüs üzerinden anlatmak çok hoş olmuş. Üstelik bunu hemen herkesin anlayacağı sadelikte anlatmak daha hoş. Fikir sade ancak sinematografi çok güçlü. Bu filmi en iyi yapanlardan biri sanıyorum ki bu durum. Yönetmenin ustaca işlediği konulardan biri ise parazitlerin başka parazitlerle yaşayamayacağı gerçeği. Park ailesine bir parazit gibi yapışan Kim ailesinin hiç hoşuna gitmeyecek şeyler oluyor filmde. Biz bunun sonuçlarını her ne kadar ikinci yarısında görsek de ilk kısımdan itibaren senaryoya güzelce işlendiğini inkâr edemeyiz. Aynı vücutta yaşamaya çalışan bu parazitlerin savaşını kim kazanacak? Bu savaşta hangisi daha şanslı? hangisi çoktan kaybetmiş? Üstelik bu parazit ailesinin kendinden olana öfkesi neden? Filmin özellikle ikinci yarısında cevaplanıyor bu sorular. Yönetmen ise yaptığı ters köşelerle bir hayli etkiliyor seyirciyi. Toplumun iki farklı sınıfsal tabakası arasındaki ilişkileri keskin ve etkileyici metaforlar kullanarak yorumlayan yönetmen, filmin ikinci yarısındaki iki kırılma noktasını bu meteforlar ile destekleyerek nefessiz bir şekilde izlemenize olanak sağlıyor. İlk kısımda aileyi kendi yaşantıları içinde görürken hamam böceklerinden bahsedilen bir sahneyle karşılaşıyoruz. O böceklerin ne kadar kötü olduğundan ve zorunlu olarak onlarla her şeyi paylaşmalarından bahsediliyordu. Konuşmayı tam olarak hatırlamıyorum. Bu sahnenin devamının hazırladığı zemini ise ancak 2. Kısımda görebiliyoruz. Kim ailesi de tıpkı onların evine musallat olup gitmek bilmeyen hamam böcekleri gibi Park ailesinin evini sahipleniyor. Ailenin evde olmadığı bir akşam her yere yayılıp onların yiyeceklerini alıyorlar. Ailenin aniden eve gelmesi ile karanlığın da yardımıyla masanın altına saklanıyorlar. Burada sanat yönetmeni de bir teşekkürü hak ediyor bence. Biraz sonra hepsi o masanın altından kaçarken baba Kim’in bir hamam böceği gibi yerde hareket ederek ilerlediğini görüyoruz.


Filmin en gerçek ve en vurucu sahnelerinden biri ise yağmur sahnesi. Bir gece, göğü parçalarcasına yağan bir yağmur ve iki aile. Joon-ho burada bize iki farklı durumda da aynı insan olabilir miydik diye soruyor. Etrafı son derece korunaklı, konforlu ve çok güzel bir evde yağmuru nasıl karşılardınız? Ya da şöyle sorayım: bir gecekondu mahallesinin en uç köşesinde bulunan, gün ışığını yalnızca küçücük bir pencereden gören evinizde yağmur yağınca aklınıza gelen ilk şey ne olurdu? Elimizde iki ayrı pencere var. Biri zenginliğe ve sanatsal zevklere açılırken diğeri sefalete açılıyor. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz sanırım: ilkinde aklımıza gelen ilk şey pencereye koşup, yağmurun toprakla olan ahenkli dansını izlemek olurken ikincisinde koşup pencereyi kapatmak olurdu. Öyle de oldu. Bütün bir geceyi spor salonunda geçiren parazit ailesinin arasında geçen diyalogsa hem çok etkileyici hem de çok gerçekti. Hayat gibi…

-Bir planım var demiştin baba planın ne ? +Hangi tür plan başarısız olmaz biliyor musun oğlum ? plan yapmamak… hiç planın olmaması. neden biliyor musun? çünkü hayat planlanabilecek bir şey değildir. etrafına bak, sence bu insanlar güne başladıklarında seninle bu spor salonunda uyuyacaklarını planlamışlar mıydı? fakat işte gördüğün gibi , şimdi hepimiz birlikte burada yerde uyumaya çalışıyoruz. yani hiçbir zaman plana ihtiyaç yoktur. planın yoksa işlerin terse gitme ihtimali de olmaz. hiçbir şey için plan yapmamız gerekmiyor. sırada ne olacağının hiçbir önemi yok. ülke işgal edilse hatta satılsa bile, kimse umursamaz. beni anladın mı oğlum?


Yağmuru anlamlandırmanın iki aile arasındaki farkını sabah olup güneş doğunca anlıyoruz aslında. Çünkü Park ailesinin hanımı yağmurun ne kadar güzel olduğu ve bu durumun onu çok mutlu ettiğini söylüyor.
Bir diğer durum ise, koku. İnsanlar nasıl kokarlar? Fakirliğin kendine has kokusu… Filmde bunu defalarca duyuyoruz. Koku, iki ailenin birbirini tanımlamasındaki en güçlü etmenlerden biri. Karakterler bize filmdeki hakim kokunun bodrum katı kokusu olduğunu söylüyor. Ne kadar temizlenilirse temizlensin, çıkmayan ve kalan bir koku. Bu koku Kim ailesinin sınıf atlamasına bir türlü müsaade etmiyor. Tam her şey iyiyken ve bir sorun yokken pat diye beliriveriyor: evde, araba, bahçede…
Üniversite yıllarımda Toplumsal Tabakalaşma ve Eşitsizlik dersini işlerken hocamız şöyle demişti; “Her şeyiniz değişse bile sizi mutlaka ele veren bir şeyler olacaktır.” Bu filmde bunun tezahürünü görmek beni oldukça sarsmıştı. Onca değişikliğe rağmen kalan tek şeydi bu koku.
Ve şimdi son kez tekrar belirecek. (En azından bu iki aile için.)
İşte o koku. Bu kez fakirliğin mi? Kanın mı? bilmiyoruz. Ama birileri için başlangıcın birileri için sonun kokusu olduğunu biliyoruz. Dünya tarihi her zaman böyle ikiliklere sahne olmuştu: burjuvazi- proletarya, zengin- fakir, sahip olan- olamayan… Sanırım Joon-ho buna bir yenisini daha ekledi. Kokuya sahip olan ve bu kokudan rahatsız olan…
Film insanı pek çok konuda sorguya çekiyor. Her zaman hedefteki isim kendiniz oluyorsunuz. Örneğin eve bereket gelsin ve zengin olalım umuduyla saklanan taş. Sisifos’un taşı gibi aynı. Görece küçük ancak omuzda bıraktığı yeri çok büyük. Film bir noktadan sonra çabalamanın insana nasıl zarar vereceğini anlatmaya başlıyor. Kevin da tıpkı Sisifos gibi bu taştan kurtulmak istiyor. Sisifos’un tanrısına gittiği sahnenin bir benzerini burada görüyoruz. Kevin da af dileyecek. Fakat tanrıdan değil, insandan… Ve insan ne yazık ki tanrı kadar bağışlayıcı da değil. Bu yüzden Kevin defalarca o taşın ve yaptıklarının altında eziliyor. Yönetmen film boyunca seyircinin vicdanını yoklayıp duruyor. Yönetmene cevap vermeye cesaretiniz var mı bilmiyorum. Ben çok uzun bir süre zorlandım. Acaba mı? Ben olsam yapar mıydım diye sürekli kendime döndüm, sorguladım. Ancak şimdilerde bir cevap buldum. İnsanız ve yapabiliriz. Bu filmde hayır ya, o kadar da olmaz dediğimiz ne varsa yapabiliriz. Bir söz vardır ya hani “İnsan üç beş damla kan ve bin bir endîşedir.” Gerçekten de öyle.
Filmden çıktığım ilk anda Bong Joon-ho’nun ve bu filmin bir derdi olduğunu düşünmüştüm. Sizde bıraktığı hisler nasıldı bilemem ama bende arada kalmışlık hissi uyandırmıştı. Tıpkı Sartre’nin Bulantı’sı gibi. İçinde insanın vahşiliğini bulunduran eserlerin sindirilmesi her zaman çok zor olmuştur. Çünkü yönetmen, şair ya da yazar size sizi gösterir. Bu film için de pek çok insan böyle düşünüyor.


Son olarak, filmin bir çorap sahnesiyle açılıp yine aynı çorap sahnesiyle kapanması ise bazı şeyleri değiştiremeyeceğimizin kanıtı gibidir. Bu filmle ilgili saatlerce konuşulur. Eğer hala izlemediyseniz muhakkak izleyin.

Next Post

Bu Bir Zahra Yazısıdır

Paz Oca 5 , 2020
Tasasız ve planlı günleri severim. Tek başıma sinemaya gittiğim günleriyse daha çok severim. O gün de aynen böyle, sevdiğim bir gündü. Kalabalığa karışacak gücü bulup dışarı çıktım. Vizyonda Fatih Akın filmi vardı, gücün kaynağı bundan sebepti. Filmin sonlarına doğru müthiş bir şarkı çaldı. Karanlığı Shazam maviliği bozdu sayemde. Hindi Zahra […]

ÖNE ÇIKANLAR