
Yönetmen : Nuri Bilge Ceylan
Senaryo : Nuri Bilge Ceylan
Oyuncular : Muzaffer Özdemir, Mehmet Emin Toprak, Fatma Ceylan, Zuhal Gencer
Görüntü : Nuri Bilge Ceylan
Müzik : Mozart (K-364)
Yapım : NBC Film
Konusu : İstanbul’da yaşayan fotoğrafçı Mahmut ile yaşadığı kasabadan iş bulmak ümidi ile gelen akrabası Yusuf’un kesişen öyküsüdür. Mahmut, yaptığı iş sayesinde geçimini rahatlıkla sağlayan, entelektüel bir arkadaş çevresine sahip, eski karısına hala âşık olan biridir. Yaşadığı hayat onu bencilleştirmiş ve yalnızlaştırmıştır. Bu hayata dışarıdan gelerek sıradan düzenini bozan Yusuf rahatını kaçıracaktır. Yusuf, gemilerde iş bularak para kazanacağını düşünmekte, kentli kadınların peşinde ya da sokaklarda dolaşarak gününü geçirmektedir. Mahmut, eski yaşantısına dönebilmek için Yusuf’tan kurtulmak zorundadır.
Filmin Değerlendirmesi:
“Bazı insanlar çok uzaktalar. Bizim asla gidemeyeceğimiz yerdeler.”
Nuri Bilge Ceylan, insanın kendisine ve diğer insanlara yabancılaşmasını iki adam üzerinden anlatmaktadır. Uzak filmindeki karakterler her şeyden uzaklar; kendilerinden, hayallerinden, insanlardan, sevdiklerinden, memleketlerinden. Uzak, yalnızlığın ve kendinden uzaklaştıkça kimseye yaklaşamayan karakterlerin hikayesidir diyebiliriz. Film profesyonel bir fotoğrafçının yaşamı üzerine kurulu olarak gelişirken, bir bakıma sanki yönetmenin biyografisi niteliğini taşıyor. Muzaffer (Muzaffer Özdemir), uzun bir süre önce yaşadığı taşra ortamından İstanbul’a göçmüş ve çeşitli sıkıntılarla baş ederek ayakta kalmayı öğrenmiş, yaşamını profesyonel reklam ve tanıtım fotoğrafçısı olarak kazanmaktadır. Geçmişteki muhtemelen kalabalık yaşamına karşın, artık büyük kentte kendi kabuğuna çekilmiş, yalnız ve mabedi haline getirdiği atölye evinde yeni geliştirdiği alışkanlıklarıyla yaşamaktadır. Geçmiş artık “Uzak” ta kalmıştır. Bugün ise başka bir uzaklığın içinde yer almaktadır; yabancılaşma, salt bireycilik, kent soylu değerlerinin rustik kültürün değerlerini ikame etmeye başlaması ve en yakıcı ve somut olanı yalnızlık. Evet Uzak filminde bu kavramlar son derece ekonomik bir anlatım, yalın bir oyunculuk ve sinema diliyle yine her zamanki estetik Nuri Bilge resimleriyle anlatılıyor. Uzak filmi, aslında ruh üşümesi yaratıyor. Bu kasıtlı amaçlanmış bir eleştiri dünyası değil sadece, ne yazık ki “modernleşme” kavramını kendisine göre bir yola sürmeye çalışan Doğuyla Batının arasına sıkışmış bir toplumun, birbirine ve kendisine yabancılaşmış insanlarının öyküsü. Bu aslında gerçeğin resmi. Büyük Türk ozanı Nazım Hikmet bir şiirinde “sen özgürlüğün resmini yapabilir misin Abidin” diye sorar. Nuri Bilge Ceylan ise, özgürlük yanılsamasını yaşayan tutsakların filmini yapıyor bana göre.

Filmin başında başlayan Yusuf’un dramına tanık oluyoruz; köyden çıkışla birlikte atılan adımların yalnızlığa doğru kürek çektiği ayak izlerine de yansıyor… Sanatçı (fotoğraf sanatçısı) akrabasının yanına gelmesiyle daha apartman girişinde Yusuf’un benliği dışa vuruluyor (ürkek, ses tonundaki doğallık ve beyninden geçenlerin tıpkı bir fotoğraf gibi ölümsüzleştirilmesi…) Hangimiz ev içindeki yaşanılanları yaşamadık? Karakterin davranışları, çekingenliği ve doğal bir gerçeklikle hareket etmesi, ev sahibine karşı tutuk olması, kendisinin orada adeta bir yabancı olduğunun hissettirilmesi… şehre karşı da yabancılık çekeceğinin göstergeleridir. Yusuf’un umutları vardır, hepimizin yüreğinde var olan gelecekle ilgili kaygılarının gölgesinde kalan… Yönetmenimiz Yusuf’u umutlarının peşinde koştururken bizi de kendimizle yüzleştiriyor aslında. Roller değişiyor, kahramanların yerine geçiveriyoruz, birden biz “onlar” oluyoruz. İlişkilerimizi, kenti ve insanları sorgulamaya başlıyoruz. Koskoca bir kentte boğulmamak için çırpınmak ne demek? Gemilerde iş bulabilmek için uğradığı liman, temas kurmaya çalıştığı insanlar, insanların yüzlerindeki tutum, sonra kendini kaptırış, şehre karşı koymaya çalışması, sokak sokak dolaşması, sokaklardaki yaşadıkları demeyeceğim; arayış içindeki yalnız bir adamın düştüğü durumlar… Bir ara sevmeye yeltenir, beğendiği bir kızı sürekli takip eder; bir türlü duygularını açıklamayı beceremez, yine Yusuf’un kırılgan bir yapısı da var; zaten filmde pek güldüğü görülmüyor. Bir ara Mahmut’la (Muzaffer Özdemir) çıkıp fotoğraf çekimi için dolaşması, kırlara gidip değişik kareler yakalamaya çalışmaları, sonunda kendisine verilen bir miktar paranın onu şaşırtması farklı ele alınabilir. Sanatçı akrabasının tutumu da yapmak istedikleri de tam olarak belli değil; sanatla uğraşırken aslında derin bir arayış içinde olduğu, tutarsızlıklarla boğulduğu apaçıktır. Duruş olarak Yusuf’un yeri Mahmut’a göre daha sağlam. Mahmut, sanatçının içinde barındırması gereken insani duyguların dışına çıkmıştır, yer yer bencildir; kendisinin yardımına muhtaç Yusuf’u bir an önce evden uzaklaştırmak istemektedir. Çünkü oraya ve kente ait olmadığını düşündüğü Yusuf, sanatçı dostlarına ve dünyasına yakışmamaktadır. Ceylan filmde diyaloglardan ve konuşmalardan kaçınmıştır; zaten böyle bir doğallıkta da söze gerek kalmamış. Sinemanın görselliğinin fotoğraf gibi canlı tutulması, konuşmalar yerine birkaç saniyelik fotoğraf sunulması, anlatıdaki derinliği sağlayan asıl unsur olsa gerek.
“Mahmut, arkadaşları, iyi bir iş ve parası olmasına rağmen çevresini saran bir uzakta yaşamaktadır. İdeallerini, motivasyonunu, yaşama sevincini kaybetmiş biridir. Yaşayan bir ölüden farkı yoktur ve kaybettiklerini bilmeyen birisidir. Her şeyin içinde olup, her şeyin uzağında olduğu durum aslında biraz içsel ve ruhsal bir uzaklıktır. Evi modern hapishanesidir. Şehir hayatında kimseden yardım almadan ve kimseye yardım etmeden, kendi yağında kavrulmak mümkündür. Filmde anlatılan yabancılaşma modern dönem insanının içinde bulunduğu durumu ortaya koymaktadır. Kalabalık içinde yalnız kalmayı işaret etmektedir.”[1]

Mahmut, aslında modernizm hastalığına tutulmuştur ve film boyunca yönetmen bunu çok incelikli bir şekilde ekrana yansıtmıştır. Mahmut ‘bıkkın’ bir kent sakinidir:
“Bıkkınlık belki de başka hiçbir ruhsal fenomen, metropolle böylesine dolaysız bağ taşımaz. Bıkkınlığın birincil nedeni, sinirleri uyaran birbirine zıt unsurların hızla değişmesi, son derece yoğun ve sıkıştırılmış halde olmasıdır. Sınırsız zevk içinde geçirilen bir hayat insanı bıkkınlaştırır. Çünkü uyarılan sinirler öylesine uzun bir süre boyunca bütün güçleriyle tepki vermeye zorlanırlar ki, artık hiçbir şeye tepki vermez olurlar”. (Simmel: 2006, 91). Simmel’ in tarifinin somut hali Mahmut’tur filmde.
Marshall Berman modern özne olmayı şöyle tarif etmiştir:
“Modern olmak, bizlere serüven, göç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları, vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi” (Berman: 2005, 27).”[2]
Filmi Mahmut üzerinden değil de Yusuf üstünden anlatır
yönetmen. Kente geldiği gün, apartmanda dışarıda kalmasıyla aslında, kentin onu
istemediği bellidir. Geleceği günü unuttuğu için apartman girişinde bekleyen
Yusuf, Mahmut tarafından unutuluşunu önemsemez. Taşranın alçak gönüllüğü,
kentin kabalığı karşısında bağışlayıcıdır.
Gelir gelmez gideceği günü soran Mahmut ise onunla ilgilenmez, ona yardım etmez
ve yardım taleplerini öfkeyle reddeder…
Olaylara bakışı, tavırlarıyla Mahmut tam bir orta sınıf üyesidir, inandığı değerlerden, insanlardan uzaklaşmış, kendini yaşamın akışına bırakmış bir siniktir. Filmde sürekli düşünceli olarak görünmesine rağmen, içinde bulunduğu durumun farkında olduğu ama eyleme geçemediği için acı çekmektedir, ona acı veren bu farkındalıktır.
Yusuf ise gençtir, yaşam doludur, kent yaşamını gözünde olduğundan fazla büyütmüştür. Onun için gemici olmak hem bir kurtuluş olacaktır hem de hayallerini gerçekleştirmesini sağlayacaktır. Çok da büyük değildir hayalleri: Para kazanmak, gezmek, yeni yerler görmek. Mahmut’la Yusuf aynı yerden gelmelerine rağmen farklı dilleri konuşurlar. Mahmut’un tavrı açıkça umutsuzdur. Uzun zamandan beri kentte yaşayan Mahmut için, kendini de birlikte götürdüğü her yer aynıdır. Keşfedilmeyi bekleyen bir dünya olduğu fikri Yusuf’a ne kadar yakınsa, Mahmut’a o derece uzaktır. Mahmut’un televizyonu da hayatı gibi tek kişiliktir. Televizyonun karşısına koyduğu tek kişilik koltuk, en az televizyonda izlediği programların, haberlerin anlattığı kadar kendi dışında olup biten bağlantısız olaylar zinciri gibi algıladığı hayatı, ondan uzak tutmak için idealdir. Ekranda olduğu, ona ulaşamayacak, dokunamayacak, ondan bir cevap beklemeyecek olduğu sürece insan varlığına itirazı yoktur Mahmut’un. Hatta gerçek bir etkide bulunamayacak olan bu insanların, olayların varlığı eğlendirir, zaman geçirmesini sağlar ve zaman Mahmut için yalnızca sonu olmayan bir bekleyişten ibarettir. Hayatın anlamını kökleriyle beraber kaybetmiştir. Ona kendisini hatırlatacak her şeyden uzaklaştıkça, bunu isteyerek yaptığı yanılgısına kapılmıştır.
Uzak ’da karlı ve soğuk bir İstanbul vardır. Kar, hem Mahmut ve Yusuf’un birbirleriyle olan ilişkilerinin soğukluğuna gönderme yapar, hem de örtücü özelliğiyle, karakterlerin içine attıkları ve yakında taşacak olan, biriktirdikleri şeyleri simgeler.

Yusuf karla kaplı İstanbul’da ikinci gününde gemilerde çalışmak için iş arar. Kent soğuk, davetsiz ve Yusuf’a uzaktır. Karlara bata çıka yürüyen Yusuf, denize doğru gittiğinde yan yatmış bir gemi görür. Bu görüntü sanki Yusuf’un gemi işinin de baştan yatık olduğunu anlatır. Sonraki sahnede Mahmut ise telefonda arkadaşlarıyla konuşmakta, hafta sonu buluşmaya “hatunların” gelip gelmeyeceğini sormaktadır. Buluşma esnasında ise Yusuf’u sığıntı olmanın dayanılmaz ağırlığı bastırır. “Aydın” görünmenin, böyle görünmenin daha “aydınca” olmasının getirdiği bir “dil ve üslup” uzaklığı da vardır. Mahmut ve arkadaşları yanlarında bir başkası varken, -belki- her zamanki geyiklerinden vazgeçip “fotoğraf sanatı” gibi derin konulara dalarlar. Yusuf bu konulara yabancıdır, onları dinler, ama dediklerini pek anlamaz. Konuşulan şey, o konuda bir şey konuşamayacak durumda olan Yusuf’u iter. Böylece Yusuf onların, değerli aydınların, arasında soluk alan bir ölü haline gelir. Yusuf dil olarak da onlara uzak kalır. Çünkü böyle “ulvi” şeylerin konuşulduğu bir ortamda ne “orijinal fikirleri” var, ne de bunları dile getirecek bir dilsel betimlemesi…
Masada fotoğrafın öldüğünden bahseden Mahmut, arkadaşlarının karşı düşüncelerine cevap vermez ve konuyu ortamda neden “hatunların” olmadığına getirir, çünkü artık fotoğraf Mahmut için “hatunlardan” sonra gelen bir konudur. Yusuf ile Mahmut kadınlar konusunda birbirlerine hem çok uzak hem de çok yakındır. Yusuf köy gelenekleri ile büyüdüğü için beğendiği kız ile tanışmak yerine onu hep uzaktan izlemekle yetinmektedir. Uzun yıllardır kentte yaşayan Mahmut da kadınlar konusunda Yusuf’tan pek farklı değildir. Kadınlarla normal bir iletişim kuramayan Mahmut, cinsel ihtiyaçlarını hiçbir iletişimi olmayan kadınlarla giderir, sık sık porno film seyreder ve hala sevdiği anlaşılan eski karısına gerçek duygularını söyleyemez. Mahmut, her ne kadar kentli kimliği taşısa da kadın-erkek ilişkilerinde en az Yusuf kadar köylüdür. İkisi de sevdikleri kadını kaybettiklerini anladıklarında, onları uzaktan ve bir nesnenin arkasından izlemeyi tercih eder. Aralarındaki fark, Mahmut’un bir kadınla yakınlık kurması ama bunu kaybetmesi, Yusuf’un ise hiç tatmadığı bir yakınlığı samimi bir şekilde araması, bu konuda Mahmut’un umudunu yitirmiş, Yusuf’un ise umutlarını yitirmemiş olmasıdır. Bir sonraki sahnede apartman girişinde, kapıcı Mahmut’a paket geldiğini söylediğinde, Yusuf Mahmut’a beklememesini, paketi kendisinin getireceğini söyler, çünkü orada bekleyen bir kız vardır ve Yusuf onunla konuşmaya çalışmaktadır.
Yusuf, bakışlarını kendisine çeviren kızla konuşacağı sırada, apartman otomatı söner, ortam gerginleşir, sonra kapıcı gelir. Yusuf kızla konuşma şansını kaybetmiştir, eve girmekten başka çaresi yoktur. Evde Yusuf’tan gizli porno izleyen Mahmut ise önce Stalker filmini videoya koyarak Yusuf’u sıkar ve odasına gitmesine neden olur. Kendisi de köy kökenli olmasına rağmen Mahmut için Yusuf ‘ötekidir. Çünkü kendisi gibi değildir; kentli değildir. Bu durum, Mahmut’un Yusuf’a evin kurallarını anlatması, arkadaşlarına ‘Uzak’ tan bir misafir ’demesi, Yusuf’un, Tarkovski’den ve sanatsal kaygılardan bahsedilen entelektüel sohbetin dışında kalması gibi örneklerle vurgulanmaktadır.
Yusuf ile Mahmut’un tek ortak noktası aynı köyden olmalarıdır. Mahmut, Yusuf ile arasındaki kapıları her zaman kapalı tutmakta, kendi dünyası ile Yusuf’un dünyasını
birbirinden ayırmaktadır. Bir sahnede Yusuf sigara içmek için balkona çıkar, ancak kapıyı aralık bırakır. Yusuf dışarıdan Mahmut içeriden aynı açıyla dışarıyı izlemektedirler. Yusuf ile arasındaki açık kapıdan rahatsız olan Mahmut, kapıyı kapatır. İki karakterin aynı açıyla dünyaya bakması ama birinin dünyasını diğerine kapatmaya çalışması ironik bir durum yaratmaktadır.
Aslında Mahmut, kendi özel hayatındaki darbelerin etkisiyle, iyice kendini bırakmak istemektedir, bunun için özel alanını iyice boşaltmak ister, artık bir başkasının yükünü çekmek ona ağır gelmektedir. Yusuf’un durumunun zor olduğunu görür ama ona yardım etmez. Burada da Türkiye’deki köylü- kentli ayrımına bir gönderme yapar yönetmen. Mahmut’un kentlileşme sürecinde yaşadığı yabancılaşmanın örneklerine annesi, ablası ve eski eşi ile olan ilişkisinde de rastlanmaktadır. Yusuf annesinin diş ağrısına bile fazlasıyla önem verirken, Mahmut, daha ciddi bir rahatsızlığı olan annesine karşı ilgisizdir. Yusuf, her fırsatta annesini arayıp ilk olarak dişinin durumunu sorarken Mahmut annesinin aramalarına cevap veremeyecek kadar aile bağlarından uzaklaşmıştır. Fakat yine de ameliyat olan annesine refakatçilik yapmış ve onun ‘sigarayı bırak’ tavsiyesine uymuştur. Annesi hastaneden çıktıktan sonra da onun evinde refakatçilik yapmaya devam etmiştir.
Mahmut’un, Yusuf ile arasında sınır olarak belirlediği salonun kapısı ile Mahmut’un ablasının, Mahmut’la sınır yaratmak için annesinin evindeki salonun kapısı arasında ironik bir bağ vardır. Mahmut, kendi evinde dışlayan iken, annesinin evinde ablası tarafından dışlanan, ötekileşendir.
Mahmut’la Yusuf’un doğa fotoğrafları çekmeye gittiklerinde, Mahmut’un güzel fotoğraf olacağını söyler fakat Yusuf’un ısrarına rağmen arabadan inmez. Mahmut artık heyecanını yitirmiştir, hayata uzaktır.
Yusuf’un geçici misafirliğini bitiren gelişme ise Mahmut’un fotoğraf çekiminde aksesuar olarak kullandığı saat ile yaşanır. Aradığı saati bulamayan Mahmut, ısrarla Yusuf’a saatin yerini sorar, Yusuf’un yeminler etmesine rağmen, Mahmut onun çaldığını ima ederek aralarındaki gerilimi doruğa çıkarır. Saati kutu içinde görünce de “boş ver, o kadar da önemli değil” der. Yusuf, hırsızlıkla suçlandığı, Mahmut ise asılsız iddiası için suçluluk duyar. Bu şekilde Nuri Bilge Ceylan, suçluluk ve utanç duygularını, Uzak ’ta belirgin kılar, film suçluluk, vicdan ve arzu üzerinedir. İki karakter içinde arzuların gerçek olmadığı, İstanbul’un onlara bir ev olmadığını söyler.

Nuri Bilge Ceylan önceki filmlerinde olduğu gibi, uzakta da bir yan öykü filmin anlatısını özetler. Mahmut’un günlerce yakalamayı düşündüğü kapana sıkışmış fare, bir anlamda Yusuf’un sıkışmışlığının göstergesidir. Ayrıca Yusuf’ta davetsiz geldiği ve zor yerleştiği kentten atılacaktır.
Yusuf fareyi çöpe atmadan önce, kedileri kovalar ve fareyi duvara çarparak kendisi öldürür. Fare ile empati içine girmiştir çünkü, onu kedilerin öldürmesini istemez.
Bu sahneyi üzgün bakışlarla camdan izleyen Mahmut ise bir anlamda açıkça söyleyemese ve yüzleşmekten kaçınsa da Türkiye’nin içinde bulunduğu derin iktisadi krizin içine sürüklediği çıkışsız ve umutsuz gelecek içindeki insanlara karşı olan tavrını belirtir.
Mahmut ertesi sabah denizi seyreder, havaalanına giderek, eski karısının ondan tamamen ayrılışını izler. Yusuf ise balkonda, onu kabul etmeyen İstanbul’u izleyerek son sigarasını içer. Mahmut eve döndüğünde, Yusuf’un anahtarlarını ve sigarasını görür, eski karısı Nazan’ı ve Yusuf’u temelli kaybettiğini anlar. Yusuf’un önceden küçümsediği sigarasını alır ve denize karşı gözlerinde yaşlarla içer. Eski, yerli ve taşranın sigarası olarak bilinen Samsun’u içerek, kendi taşralılığını da benimsemiştir artık. İçindeki uzaklığı asıl şimdi fark eder.
Yusuf, çaresiz bir şekilde memleketine geri dönmüştür. Kriz yalnız kasabada değil tüm ülkededir. Yaşamlarını değiştirmek için mücadele etmeyen, çabalamayan Mahmut gibi insanlar ise asıl umutsuzluk kaynağıdır. Geçmişte Mahmut’lar, Yusuf gibi insanlar için yaşamlarını ortaya koyup mücadele ederlerken, şimdi yenilgiyi baştan kabul etmiş şekilde nihilist ve hedonist, ideallerinden kopuk olarak yaşamaktadırlar.
Mahmut, günümüzün bir entelektüelidir, eskiden amaçları, idealleri olan şimdi ise amaçsız ve uzak yaşayan… Kentli insanın bir eleştirisidir, Yusuf ise vasıfsız, yırtmaya çalışan, kadınlarla arası kötü, tanıdık bir “abinin” yardımıyla başarılı olmak isteyen, günümüz taşralısının bir eleştirisidir. Uzak, geleceğe dair bir umut ve mücadeleye bağlanmaksızın, aslında durumun çıkışsızlığını, kentli- taşralı ilişkisini biçiminde anlatır.