
“Isabel.”
Çalışma odasının kapısını aralarken bir yandan benliğini hızla ele geçiren endişesini alt etmeye çalışıyordu. Eşikten içeri attığı birkaç adımdan sonra eşinin burada olmadığına kanaat getirdi. Nitekim içini saran hüzün, nefesini keskin bir bıçak gibi kesiverdi. Gözlerinde derin bir sis vardı; ne düşündüğünü, ne hissettiğini veya şu an içinde hangi kelimeyi ölüm sehpasına ittiğini bilemezdiniz; sadece boşluk vardı.
Odanın köşesinde duran aynada tesadüfen kendini gördü; dudaklarını araladı fakat hiçbir kelimeye özgürlüğü tattırmadı. Bakışlarını sabitlediği o yerde kendini aradı: bir iz, bir kelime veyahut bir bakış; nitekim bu arayış hüsranla sonuçlandı. Yüzündeki o ifade ancak hiç şiir okumamış birinde görülebilirdi; oysa o kelimeleri yastığının altından eksik etmez, bir kitaba dahi öyle alelade bir şekilde değil de son sayfasını öperek veda ederdi. Nefesini dudağının hemen üzerinde, sonradan yerleştirilmiş gibi duran biçimsiz sakalına üfledi; karşısındaki görüntü onu tatmin etmemiş olacak ki bunu bir sokak kedisi gideceği yere varana dek tekrarladı. Kendinden şüphe ettiği bu süre zarfında kanın damarlarından çekilişini hissetti, parmak uçları sonbahara tutulmuş bir ağaç gibi titremeye başladı.
Tok bir ses eşliğinde eşinin ismini seslendi yeniden. Seviştiği her harfte içindeki umuttan bir parça kırıp, dallarını söylenmemiş sözlerden inşa ettiği iskelete astı. Eşinin yokluğu omuzlarına akşam gibi çöktü, bir an bunun altında ezileceğini hissetti. Sabah karısının evden çıkarkenki yüzünü hatırladı. Komşu kadına gideceğini ve oradan da çarşıya uğrayıp evdeki eksikleri tamamlayacağını söylemişti. Fakat nedense yüzünde sebepsiz bir acelecilik, bir geç kalmışlık hissi vardı. Bu pek ona uygun bir şey değildi. Onu asıl korkutan şey, bu aceleciliğin sesine yansımış olmasıydı. Ne zaman gelecekti?
Isabel’in duvarda asılı duran fotoğrafına baktı; fakat bunu alelade bir şekilde değil de, en sevdiği şiirin bir mısrasını okur gibi, karısının yüzündeki her heceyi büyük bir özenle nakşetti beynine.
Kulaklarının bitiminden yanağına doğru uzanan ince bir tüy tabakası güneşe kavuşunca parıldıyor, adamın kalbindeki kör odaları aydınlatıyordu. Ve o ışığın girdiği odalarda, kelimelerin nefes aldığı rafların toz tutması imkansızdı. Bakışlarının ne denli güzel olduğunu anlatacak bir kelime bilmiyordu; çünkü eşinin gözleri tenine değdiği vakit kör oluyor, bildiği tüm sözcükler ceketinin yırtık cebinden atlayıp, kaçıyorlardı. Belki de bu yüzdendi ona hiçbir zaman güzel sözler söylememesi; oysa o harfleri ilmek ilmek dokuyup, ruhu Isabel kokan cümleleri noktalarla raks ettirmiş; nefesinin her zerresini onun adı geçen satırlara üflemişti.
Sevdiği kadının tenine değen rüzgârı dahi kıskanıyordu; öyle zamanlarda rüzgârın yerinden koparıp usulca omzuna bıraktığı o incecik saç teli olmak istiyordu. Isabel, kutsal kitaplarda cennet diye bahsedilen yerdi, o ise üstü başı yıpranmış bir çocuk. Fakat bu hiçbir zaman masaya yatırılmamış, inkâr edilip es geçilmiş ve zamanla nisyan pası tutmuş bir gerçekti. İkisi de birbirlerine biçtikleri rollerin dışına çıkmamış; kadın kelimelere dönüşmekten, adam parmakları kanayıncaya dek kadını yazmaktan yorulmamıştı.
Düşüncelerini sinsi bir şekilde bölen şey, yarı aralık pencereden sızan cılız bir ışık huzmesi oldu. İçini kemiren yersiz düşünceleri savurup atmak istercesine başını iki yana hızlıca salladı. Kolları kısa gelmeye başlayan ceketini çıkarıp, belindeki kuşağı çözdü; her ikisini de kenarda duran divanın üzerine fırlattı.
Toz bağlayan masasının önüne geldiğinde, ne zamandır yazı yazmadığını sorgulamaya başladı. İçinde çoğalan seslere kulak verip, sandalyesine oturdu. Belki de bu kararında karısının evde olmamasından kaynaklanan buhran da etkiliydi, lakin bunun üzerinde pek fazla durmadı. Burada kendini –en az kitaplığının önünde olduğu kadar- kelimelerle yönetilen ütopyanın tek varisi gibi hissediyordu. Buna rağmen ellerini bir süre nereye koyacağını bilemedi, bir süre öylece bekledi.
Duvarların soğuk nefesi kulağına çarptı, geç kaldın diye fısıldadı biri.
Bakışlarındaki donukluk kalemine yansıdı; kelimeler sıcacık yataklarından kalkmak istememiş olacaklar ki, dakikalarca bakıştığı kâğıtta, soluk bir bedenin içinde nefes almaya çalışan parmak izlerinden başka bir şey yoktu.
Parmaklarındaki mürekkep lekelerini gömleğinin yırtık uçlarına sürttü. Aklına geçen gün giydiği ceketin kopuk düğmeleri düştü, ne ara bu kadar yıprandılar diye düşündüyse de bunun üzerinde çok fazla durmadı. Akşam yemeğinde bunun bahsini açıp karısından eskimiş kıyafetlerinin sökük yerlerini dikmesini isteyebilirdi. Fakat bu fikir onu rahatsız etti, onun narin parmakları şiirlere konu olacakken, ondan böyle bir şey istemek alçaklıktan başka bir şey değildi. Kalemi tekrar eline aldı ve kafasının içinde dolanan kelimelerin başını yavaşça okşadı, kulaklarına usulca fısıldadı. Bazen yazdıkları içine sinmezdi ve her harfin üzerini nefretle karalar, kâğıdı buruşturup odanın ücra köşelerine fırlatırdı; böyle zamanlarda ağzı kan kokardı.
Mürekkebi tükendiğinde oturduğu sandalyede sırtını dikleştirdi ve bu sefer parmaklarını daktilonun aşınmış tuşlarında gezdirdi. Sanki değdiği her harf, her cılız beden, tırnaklarının arasına kaçıyor ve saniyeler omuzlarına binen bu ağır yükler yüzünden hızlarını yavaşlatıyorlardı. Havada belirsiz bir ritimle dans eden toz zerrecikleri senaryoya uymayıp, erkenden sahneden atladılar. Sayfanın üzerinde cansız bir şekilde yatan tozları görünce, ne kadar zamandır öylece durduğunu merak etti.
Nihayet kendini toparladığında, ölüme bir adımı kalmış nefesini kâğıda döktü; parmaklarına bulaşan mürekkep, tuttuğu kâğıdın kenarlarında belli belirsiz birkaç ize hayat verdi. Bu lekeler ona intiharın eşiğindeki birkaç ruhu anımsattı.
İbadet eder gibi uzandığı sigarasını parmaklarının arasına alıp beceriksizce dudaklarına götürdü. İçine çektiği melet yüzünden bir an dünyadaki tüm ağaçların yaprak döktüğünü sandı; ciğerleri temiz hava için çırpınıyordu. Olası bir öksürük krizinin ardından titreyen bedenine söz geçirmeye çalışırken bir yandan da karısının evde olmadığına şükür ediyordu. Fakat bu şükür daha sonradan büyük bir pişmanlığı kamçıladı; böyle davranarak karısını aldatmış olabileceği fikrine kapıldı. Parmakları arasında iğreti duran sigarayı masanın kenarına koydu. Bunu tövbe eder gibi içten ve anlık yapıyor oluşu kendisiyle gurur duymasını sağladı.
Kâğıdı şeritten çekti ve yeni bir kâğıt almak için masanın köşesine uzandı. Fakat orada saman kâğıdından yapılmış bir zarf karşıladı onu, bir anlığına alıp almamak konusunda tereddüt etse de merakına yenik düşüp zarfı usulca parmakları arasına yerleştirdi. Okuduğu ilk kelimeler onu büyük bir hayrete düşürdü; oldukça düzgün bir biçimde yazılmış olan isminden bakışlarını uzun bir süre çekmedi. Mektubu okumak istediğinden pek emin değilse de dörde katlanmış kâğıdı çekip almaktan da kendisini alıkoyamadı.
“Sevgili Dostum,
Bu mektup senin bu satırları okuduğun anda yazıldı. Harfler, sen onları zihninden geçirdiğin vakit kelimelere dönüştü ve saniyeler her pedal çevirişinde havanın tadını çıkarmak istercesine yolu uzattı, cümleler paragraflara dönüştü. Unutma, hayallerimizi kopmakta olan bir ipin ucuna bağlayan engeller, kelimelerle sana dokunmamı engelleyemez.”
Mektup daha önce okunmuş olacak ki, sayfanın kenarlarında mürekkebe bulanmış şekilsiz parmak izleri vardı. Isabel’in neden kendisine böyle bir mektubun varlığından bahsetmediğini düşündüyse de bunu beyninin arka sokaklarına itip, okumaya devam etti.
“Dar-ı dünyada nefesimin duyulduğu her saniye, karar verildi diye fısıldıyor biri, ucu keskin bir sesle. Ben henüz omuzlarımdaki yükü taşıyamıyorken, on sekiz yıl önce tam bugün, adımın yanına bir de mahkûm sözcüğünü yerleştirdiler. Üstelik bununla da kalmayıp, ilhamını gökyüzünden alan birini suyun altında nefes almaya zorladılar.
Soğuktan kuşların bile uçmayı reddettiği bir günde, küflenmiş bir sayfayı andıran tenha sokakta; hayatımı, bileklerimi teğet geçen zamanın ellerine bıraktım. O gün arkamı dönüp gitmek yerine, yerde yatan cansız bedenin yüzünü hafızama iyice kazıdım, onu kelimelere dönüştürmek, sayfalarca betimlemek istedim. Bu yaptığımın bir suç olduğunu, kalem tutmaktan başka bir işe yaramayan ellerimin, azılı bir katile ait olduğunu söylediklerinde öğrendim. O an aldığım nefes bile geçmek istemedi boğazımdan.”
Sigaranın külü pantolonuna düştü fakat umursamadı. Belli ki bu acı, kelimelerin ruhunun kemiklerini kırması kadar acıtmamıştı canını. Okuduğu kelimelerin ağırlığıyla secde eden göz kapakları ona eski dostunun suretini çizdi karanlıkta. Üstünkörü okuduğu birkaç satır sonunda karısının ismini görünce duraksadı, göğsünden karnına doğru sıcak bir şeyin aktığını hissetti.
“Ah Isabel!
Eğer buradan çıkacak kadar uzun yaşarsam, çıkınca ilk yaptığım iş Isabel’in mezarına papatyalar ekmek olacak. Ne de erken ayrıldı yanımızdan! Oysa gülüşleri, hoş sohbeti ve insanı kendine hayran bırakan güzelliği, anılarımda hala tazeliğini koruyor…”
Kelimelerin ayakta durmakta zorlandığı o ince ip, yanaklarından aşağı süzülüp boynunda hapsolan yaşlara dayanamadı; harfler ve virgüller paragrafların ağına takılıp düştüler.
“Aynı hücreyi paylaştığım bir mahkûm geçen ay hastalıktan öldü. Attığı her çentikte özgürlüğe bir adım daha yaklaştığını zannederken, Azrail’in başucunda nöbet tuttuğunu nereden bilebilirdi? Oysa ben hissediyorum kardeşim, cebimdeki renkler yakın zamanda bitecek. Ve o gün geldiğinde karanlık, kelimelerimin ağzını sıkıca kapayacak. Ondan geriye sadece kırık bir kalemin keskin ucu kaldı. Benden geriye ne kalacak, dostum? Kanser rengi duvarlar içimi, henüz açmadan donan çiçeklerin ruhlarına çevirdi, öyle kırgın, öyle çaresizim.
Sen satırlarını pencereden sarkıtacak kadar cesaretliydin, ben ise onları hep ceketimin gizli cebinde taşıdım. Düşünceler olmadan sözcükler asla cennete ulaşamaz, der Shakespeare. İnanç ve günahın fısıltısıyla sağır olan sözcüklerim, bu satırların ağırlığıyla daha da derine gömülüyor.”
Kelimeleri kafasındaki idam sehpasına çıkarttı, artık sadece çarpık bacakları sallanıyor boşlukta; zemine boylu boyunca uzanan gölgeleri huzursuz ruhunun içindeki kalbini karatıyor.
“Ben yazdığım her satırda göklere tırmanıyor zannederken; tırnak aralarıma kara toprak dolmuş. Meğer bunca zaman sadece bedenimi daha derine gömmek için uğraşmışım. Kelimeler, dostum. Kelimeler. Onlar benimle birlikte toprağın altına girip çürüyecekler. Oysa biz kelimelerin bir beden gibi çürüyüp gitmeyeceğini Atay’ın nefesinin değdiği satırlardan öğrenmiştik. Fakat olmuyormuş kardeşim, yıllar boyu bu dört duvar arasında eskiyip solan tek şey bedenim değilmiş; boğazımda takılı kalan kelimeler, söylenmemiş sözler zamanla beni bir idam sehpasına götürmüşler de, farkında olmamışım.
Senelerin özgürlüğe kavuşamadığı bu yerde, zamanın yalnızca acının sesini kısmak olduğunu öğrenen ben; son nefesimi senin okuyacağın satırlara emanet etmek isterim.
Unutma, eğer acı yoksa mürekkebinde, fısıltıdan farkı yoktur kelimelerin.
Allah’a emanet ol kadim dostum.”
O an bir rüzgâr esti, yere boylu boyunca uzanan kâğıtlar, üzerlerindeki harflerden kanat yapıp uçtular. Göğe yükselirken içlerinde geçmişin ıstırabı veya geleceğin belirsizliği yoktu; bir inancın gölgesinde, rüzgâra karşı verdikleri savaş duyuldu sadece.
Boşluktu.
Tanrı henüz insanları var etmemişti.